Türkiye’de kültür varlıklarının korunması 1950'li yıllardan sonra giderek
yoğunluk kazanmıştır. 1951 yılında 5805 sayılı yasayla kurulan Gayrimenkul Eski
Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu, hem ilke koyan hem de uygulamaya yönelik karar
alan ve yasayla oluşturulmuş ilk kurumdur. 1957 yılında çıkarılan 6785 sayılı
İmar Yasasına kadar, sadece taşınmaz eski eserlerle ilgili görevleri olan
Kurula, bu yasa, çevre ölçeğinde de bazı yetkiler vermiştir. Bu yetki, Kurulun
giderek “sit” tanım ve kavramlarıyla ilgilenmesi, özellikle “kentsel sit”e
yönelik olumlu girişimlerde bulunması sonucunu getirmiştir. 1973 yılında kabul
edilen ve Cumhuriyet tarihinin ilk koruma mevzuatı olma özelliğini taşıyan 1710
sayılı “Eski Eserler Yasası” ise, Kurulun çevre ölçeğindeki korumayla, bu kez
yasal dayanakları çok daha kuvvetli olarak ilgilenmesini sağlamıştır. Ülkenin korumaya yönelik ilk yasal düzenlemesinin 1973 yılında yapılmış
olması, ilginçtir ki, çevre ölçeğindeki korumayla ilgili ilk hükümlerin imar
yasalarında yer alması sonucunu doğurmuştur. 1956 yılında yürürlüğe giren 6785
sayılı İmar Kanununun, “yapılacak binaların... eski eserlere ve arkeolojik
sahalara olan mesafeleri”nin hazırlanacak tüzüklerle belirlenmesine ilişkin
hükmü, plânlama/ koruma ilişkisini gündeme getiren ilk düzenlemedir. 1906
yılında yürürlüğe giren son Âsâr-ı Atika Nizamnamesi, 1710 sayılı yasanın
çıkmasıyla yürürlükten kalktığı 1973 yılına değin, 67 yıl kullanılmış ve Osmanlı
Devleti’nden kalan en eski mevzuatlardan biri olmuştur. 1710 sayılı yasa, gerek
getirdiği tanımlar, gerekse uygulamaya yönelik hükümleriyle bir çok “ilk”i
içermektedir. Ancak 1973 yılının koruma bürokrasisi, bu yasanın öngördüğü yeni
etkinlikleri ivedilikle ve gerektiği biçimde uygulayacak yeterli deneyim, bilgi
birikimi, uzmanlaşma, bütçe olanakları ve yönetsel yapıya sahip değildir. 1960’lı yıllardan önce, tarihî ve geleneksel çevrenin, tüm öğeleriyle bir
bütün olarak korunması ve geliştirilmesine ilişkin örgütlü ve kuralları
belirlenmiş bir çabadan bahsetmek olası değildir. İstanbul’da 1958 yılında, İmar
Müdürlüğüne bağlı olarak bir “Eski Eserler Bürosu” kurulması ve plânlamayla
koruma arasındaki ilişkiyi kurması öngörülmüşse de, bu husus, tekil bir girişim
olarak kalmıştır. Kimi imar plânlarında ise, doğal elemanları, kent
panoramalarını ve çeşitli siluet değerlerini önemseyen çabalar görülmektedir.
Erzurum, Sivas, Kastamonu ve Urfa imar plânlarında, korunması gerekli sokak,
meydan ve cephe tanımları getirilmiş, belli bölgeler “Protokol Alanı” ilân
edilmiştir. Bu yaklaşımların genellikle mevcut durumu korumayı öngörmesi,
gelişme ve işlevsel yenileme gibi müdahalelerden uzak kalması, “pasif koruma“
anlayışının bir ürünü olmaktadır. 1973 yılında 1710 sayılı yasanın “sit” tanımını getirmesi ve korumanın
gerektirmesi hâlinde imar plânlarının değişebileceği hükmünü içermesi, imar
plânlarındaki koruma vurgusunun giderek çoğalmasını öngörmüştür. 1975 yılında
gerçekleştirilen “Avrupa Mimarî Miras Yılı” etkinlikleri ve bu etkinlikler
sonucunda kabul edilen “Amsterdam Deklarasyonu”nda belirlenen ilkeler, Eski
Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü bünyesinde, “Tesbit ve Tescil” ve “Koruma
Plânlaması” birimlerinin kurulmasını gerektirmiştir. Bu nedenle, 1975 yılı,
Türkiye’de ilk programlı, belli amaçlara yönelik ve kuralları konmuş bir
envanter çalışmasının başlangıç yılı olarak kabul edilebilir. 1980’li yıllardan sonra, belgeleme çalışmalarına ağırlık verilmiş ve bu
çalışmalar sonucunda belirlenen yapı ve alanlarla ilgili bilgiler, imar plânlama
hizmetlerinde kullanılmak için, başta İller Bankası olmak üzere, ilgili
kuruluşlara verilmiştir. Ancak, gerek 1710 gerekse 2863 sayılı yasalarda,
“Koruma İmar Plânı” tanımının olması, bu tanımın gerektirdiği değişik teknik ve
süreçlerin kullanılması anlamına gelmemiştir. Öyle ki, “Koruma Amaçlı İmar
Plânları”nın yapımına ilişkin ilk teknik şartname, Kültür Bakanlığı tarafından
1990 yılında hazırlanabilmiş, yine salt bu amaca yönelik plânların Bakanlık
eliyle yaptırılması da yine aynı yıl sağlanabilmiştir.
|