Müzecilik tarihimizi daha eskilere götürmek mümkündür. Bazı araştırmacılar,
tarihî eserlerin toplanması ve sergilenmesi konusunda Anadolu Selçukluları
dönemine kadar inerek, bu dönemde Konya kalesi surlarında bir nevi sergileme
yapmak amacıyla birtakım kabartma ve heykellerin duvarlara konulduğunu
belirtirler. Sonraki tarihlerde Fatih Sultan Mehmed’in özel ilgisi sonucu,
İstanbul’un çeşitli yerlerinde bulunmuş olan bazı mimarî parçaların Topkapı
Sarayı’nın II. avlusunda sergilendiği kabul edilir. Günümüzde bu eserlerden
kolosal sütun başlıklarını ve sütun kaidelerini Saray Mutfakları önündeki avluda
görmek mümkündür. Bir takım porfir lahitler ise gömülü olarak bırakılmıştır.
Böylece Türklerde eski çağlara ait, sanat değeri olan eşyaların, silâhların,
kitapların hatta bazı arkeolojik buluntuların, değerli bir hatıra eşyası olarak
saklanmasının bir gelenek halinde sürdürüldüğünü söyleyebiliriz. Günümüzde
Topkapı Sarayı’nda gördüğümüz koleksiyonların bazılarının bu bilincin ve
geleneğin sonucunda oluştuğunu anlamak zor değildir. Nitekim sarayda tutulan
Hazine Defterleri incelendiği zaman bunların müzelerimizdeki envanter
defterlerinden pek farklı olmadığı görülecektir.
Günümüzde bazı müzelerimizde
bulunan ve arkeolojik olmayan eserlerin geldikleri yerler sadece saraylar
değildir. Türbeler ve camilerdeki eski halılar, kandiller, şamdanlar ve ahşap
eşyalar da buna eklenmiş, böylece zengin koleksiyonlar ortaya çıkmıştır. Bütün
dinlerde olduğu gibi İslâm dininde de kutsal mekânlara konulan eşyalar daima
özenli ve ince işçilikli yapımlarıyla dikkati çekerler. Sonradan büyük bir
bölümü İstanbul’daki Türk ve İslâm Eserleri Müzesine intikal eden bu türden
objelerin sayısı hayli kabarıktır. Buna rağmen ilk müzelere toplanan eser grubu,
askerliğe karşı olan duyarlığımızdan olmalı, genellikle silâhlar olmuştur.
İstanbul’un fethinden sonra Saray sınırları içinde kalan Aya İrini Kilisesi,
Cebehaneye yani bir nevi silâh deposuna çevrilmiştir. İçinde yerli ve yabancı
olmak üzere çok sayıda eski ve kıymetli silâh saklanıyordu.
Ahmet Fethi Paşa,
burada iki bölüm halinde (Mecma-ı Eslihaî Atika ve Mecma-ı Âsârı Atika) ilk
müzeyi kurmuştur. Kendisi o sırada Tophane Müşiriydi. Tarih 1847'dir. Aya İrini
Atriumu kapıları üzerine yazılan yukarıdaki isimlerden de anlaşılacağı gibi,
burada yalnız silâhlar değil eski eser niteliğindeki diğer objeler de toplanmağa
başlanmıştı. Zamanın Berlin Müzeleri Müdürü Veygand, o günleri şöyle anlatır:
“Bir gün Sultan Abdülmecit, Yalova’da bir gezinti sırasında yerde üzeri yazılı
birçok taşlara tesadüf eder. Bunların ne olduğunu sual ettiği zaman taşların
üzerinde Kral Kostantin’in adının yazılı bulunduğunu kendisine söylerler. Bunun üzerine Padişah böyle büyük bir hükümdarın adını taşıyan şeylerin yerde
yatması doğru değildir diyerek taşları toplatıp Dersaadete gönderir. O zaman
Tophane Nazırı olan Ahmet Fethi Paşa bu taşları muhafaza ederek eskiden beri
esliha deposu olan Ayasofya Camii’nin yanındaki binaya naklettirir ve orada ilk
müzeyi vücuda getirir.”
Kurulan küçük seksiyonun ilk eserleri sadece bunlar
değildi. Hipodromdaki bronz yılan heykelinin (Burmalı Sütun) başı, lahitler ve
aralarında Damat Rıza Paşanın armağanı olan bronzdan bir Herkül heykeli olan
birtakım eserler de vardı.
Zamanla eser sayısının artması ve Aya İrini
Kilisesi’nin rutubetli ortamı nedeniyle silâhlar dışında kalan eserler, Fatih
dönemi yapılarından Çinili Köşk’e taşınmıştır. Aya İrini’de kurulan küçük
müzenin ilk müdürü Galatasaray Lisesi hocalarından Gold isimli bir İngiliz’di.
Ondan sonra müdürlüğe, Teranzio adlı Avusturyalı getirilmiştir. En ciddi
çalışmayı ise 1872’de göreve getirilen Alman F. A. Dethier yapmıştır. Dethier’in
ölümü üzerine müze müdürlüğüne ilk kez bir Türk, Osman Hamdi Bey atanır (1881).
Müzenin paralı olarak halka açılması da bu döneme rastlar. Babası sadrazam
(Ethem Paşa) olan Osman Hamdi Bey, aileden gelen görgüsünün yanında, sanatçı
kişiliği ve çok iyi eğitim görmüş olmasıyla ön plâna çıkar. Nitekim bu
meziyetleri sonucunda çok bilinçli ve başarılı çalışmalar yapmıştır. Arkeolojik
eserlerin Çinili Köşk’ten yeni yapılan müzeye (Müze-i Hümayun) taşınması onun
döneminde gerçekleşmiştir.
Yıllardan beri yapılan inceleme ve kritiklere
dayanılarak denilebilir ki taşınır eserlerin Aya İrini’de korunması ne denli zor
ve riskli idiyse özellikle büyük boyutlu arkeolojik eserlerin Çinili Köşk’te
barındırılması da o derece yanlış ve zor olmuştur. Kaldı ki müze haline
dönüştürülürken yapı içinde birtakım değişiklikler yapıldığı söylenir. O
günlerde ortaya çıkarılan Sayda mezarlarından gelen olağanüstü güzellikteki
lahitler ve bazı yeni eserlerin de Müze-i Hümayun adı verilen ve Çinili Köşk’ün
hemen önünde yer alan yeni müzenin yapımı konusunda zorlayıcı rolü olmuştur.
1895’te bu kez Aya İrini’deki askerî malzeme ve silâhların başka ve yeni bir
müzeye taşınması gündeme gelmiş, bunun üzerine gene Ahmet Fethi Paşa döneminde
bir müzenin temeli atılmıştı. Aynı yıl Topkapı Sarayı kayıkhanesindeki saltanat
kayıklarıyla zenginleştirilen bir Bahriye Müzesi kurulmuştur.
Görüldüğü gibi ilk
müzeler, ya askerî veya arkeolojik nitelikli idiler. Günümüzde Askerî Müzede
gözlenen eser zenginliğinin bu geçmişe dayandığı kolaylıkla anlaşılacaktır. Buna
karşılık Türk ve İslâm sanatlarıyla ilgili eserlerin toplanması, korunması ve sergilenmesi uzun süre ihmal edilmiştir. Bu durum, pek çok
değerli Osmanlı eserinin kaybolması, ortadan kalkması veya yurt dışına
götürülmesi sonucunu doğurmuştur. Günümüzde bazı batı müzelerinde bulunan başta
İznik çinileri ve Türk kumaşları olmak üzere pek çok Osmanlı eseri, yurdumuzdaki
koleksiyonlardan daha zengindir. 1914 yılında Şeyhülislâm Hayri Efendinin
gayretiyle bir Evkaf Müzesi kurulmuş ve yukarıda belirtildiği gibi bazı türbe,
cami ve kütüphanelerdeki eserler orada toplanmıştır. Bu müze için kullanılan
yapı, Süleymaniye Külliyesi içindeki Mimar Sinan yapısı bir imarethaneydi. 1927
yılında bu yapı, ”Türk ve İslâm Eserleri Müzesi” adını alarak vakıflardan
ayrılmıştır.
|