Bütün bu çeşitli konulara rağmen ülkemizdeki müzelerin ana objesinin
arkeolojik nitelikli olduğunu vurgulamak gerekir. Eskiden İstanbul dışında bir
müze kurulması için bölgenin arkeolojik yönden zengin olup olmadığı
sorgulanırdı. Bu yüzden günümüzde mevcut 177 müzemizin yaklaşık % 80’inde
arkeolojik nitelikli eserler yer alır. Bu durum, bir yerde ülkemizin arkeolojik
zenginliğinin göstergesi sayılır. Potansiyel kapsam, arkeolojik olunca, müze
uzmanlarının çalışma alanları da ister istemez o alanda yoğunlaşmaktadır. Bu
yüzden ülkemizdeki müze uzmanlarının çoğunluğunu arkeologlar oluşturur. Sık sık
gerek duyulan kısa süreli kurtarma kazıları ile büyük kazılara da görevli olarak
bu uzmanlar katılırlar. Kazıları sürdürülen veya büyük ölçüde tamamlanarak halka
açılan ören yerlerinin pek çok sorunu vardır. Bir açıdan “Açık Arkeolojik
Müzeler” olarak nitelendirilebilen bu ören yerlerimizin bazıları büyük üne
sahiptirler; Efes, Bergama, Milet, Didyma, Side, Afrodisias, Boğazköy, Truva,
Ani bunlar arasında yer alır. Arkeolojik olmakla beraber tamamen farklı
karakterdeki bir müze de Bodrum’dadır. Burada genellikle deniz altı
buluntularına yer verilmiştir. Türkiye müzelerinin arkeoloji seksiyonlarına çeşitli yollarla kazandırılan
objeler, tarih öncesi çağlardan itibaren Osmanlı Çağına kadar, müzenin bulunduğu
yörenin tarihî geçmişiyle ilgili toprak altı buluntularından oluşur. Bunların
kaydedilmesi ve sergilenmesi kadar, temizlenmesi, bakımı ve onarımları da önemli
müzecilik konuları arasında yer alır.
Türkiye özellikle yaz aylarında büyük bir
kazı ülkesi haline gelir. Sayıları gittikçe artma eğilimi gösteren bu
çalışmaların çoğunu yabancı heyetler yapmaktadır.
Yukarıda da sözü edildiği gibi
kazılar yaparak toprak altındaki kalıntıları gün ışığına çıkarmak ilk bakışta
faydalı ve heyecanlı görünüyorsa da bunun bir takım olumsuz ve riskli tarafları
da vardır. Kazılan yerler bir süre sonra ilk kazıldığı gibi kalmaz. Sürekli
bakım ve denetim ister. Böylece müzecinin mevcut iş kapasitesi sürekli artar.
Yalnız bununla da kalmaz, ortaya çıkarılan taşınır eserlerin bakım ve onarımının
yapılması da gerekmektedir.
Müze çalışmaları arasında yer alan kazı işleri, ilk
Türk müzesinin kuruluşundan da önce başlamıştır. “Devrin Millî Eğitim Bakanlığı
evrakı arasında ele geçen bir kazı kayıt özetine göre, Türkiye’de yabancılara
kazı izni 1840 tarihinde verilmeye başlanmıştır. Bu tarihten itibaren
yabancılar, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde kalan maddî ve manevî
değerleri üstün müzelik eserleri, türlü araçlarla, hatta gemilerle Avrupa
merkezlerine götürmeye başlamışlardır. Diğer bir deyişle Türkiye’de bu tarihten
itibaren resmen eski eser yağmacılığı başlamıştır. İlk defa 1868 tarihinde müze
kurulması işi ele alındığı zaman bir de tüzük hazırlanması öngörülmüştür.
Bununla bir dereceye kadar yağmacılığın önüne geçilmek istendiği düşünülebilir.
Ancak, tüzük bu tarihte hazırlanmamış, eski eser yağmacılığı, daha uzun bir süre
devam etmiştir.” (K. Su. “Osman Hamdi Bey’e Kadar Türk Müzesi”, İstanbul, 1965,
s. 8)
|