İnci Engünü

LOTİ'NİN TÜRKLERE BAKIŞI VE EDEBİYATÇILARIMIZIN YORUMU

İnci Enginün

Romantik edebiyat zevkinin Türk yazar ve okuyucuları arasında tanınmasından sonra Pierre Loti adı etrafında birbirine zıt iki anlayış gelişmiştir: Loti'nin üslûbuna, anlattıklarını okuyucusuna yansıtan büyüye hayranlık ile Türkiye hakkında söylediklerine duyulan öfke. Dikkate değen nokta yazarların bir kısmının bu iki bakış tarzını dile getirmesidir. Tevfik Fikret ve Ahmet Haşim bu iki tavrı da paylaşanlardandır. İlk öfke dolu yazı Tevfik Fikret'ten gelmektedir. Aziyade romanı dolayısıyla yazdığı yazıda onu İstanbul'u, İstanbul yaşayışını bin bir uydurma bilgiyle doldurarak yeni bir Bin bir Gece Hikâyeleri başlattığını söyleyen Fikret Loti'nin üslûbuna hayranlığını gizlemez: "Loti size istemediğiniz, inanmadığınız, âdeta hiddetlendiğiniz bir kitabı zorla okutuyor, seve seve okutuyor"der.  Loti'nin bir anlamda etkisinde kalanlar bir yandan da onun harap Türkiye'ye hayranlığından hoşlanmamışlardır.

Yazarlarımızın bir kısmının özellikle canlandırdıkları kişiler dolayısıyla Loti'nin tanıttığı orientalist zevki yansıttıklarını söyleyebiliriz. Sami Paşazade Sezayi Sergüzeşt’te ressamı Celâl'in Paris'te bir şark kompozisyonuyla bir yarışmaya girdiğini söylemesi bunun bir örneğidir.  Loti'nin yazarlarımızdaki başta gelen etkisi yaygın şekilde solgun, mutsuz kadın tiplerinde, İstanbul'a Loti'nin tasvirlerini aramak üzere gelen yabancı kişilerde, 'şark odası', esrarlı, büyülü belirsizlikler, mezarlıklardan oluşan mekân tasvirlerinde aranmalıdır. Bunlar özellikle Serveti Fünun ve Fecri Âti yazarlarında görülür. Halid Ziya'nın Aşk-ı Memnu'da. canlandırdığı Matmazel De Corton Aziyade'yi okumuştur ve Adnan Bey’in yalısını görünce hayalindeki Türk evini bulamaz. Aynı şekilde 3O ne olursa olsun hayalinde var olduğunu kabul ettiği Türk hayatını görmek ister. Halid Ziya'nın Nesl-i Ahîr'in kahramanı Süleyman Nüzhet deLesDesenchantees'yi okumuştur ve Avrupa'nın bizi yanlış tanıdığını söyler. Bu genel olarak Avrupa'nın orientalist bakışına bir tepkidir. Batılıların doğuya özellikle Türkiye'ye dair yazdıkları eserlerde büyük hatalar ve gülünç fikirler bulur.Nesl-i Ahir'in kadın kahramanlarından Jeannette de Beyoğlu'ndan sonra Eyüp'te yaşamayı özler. Aziyade'nin yuvası Eyüp'te yerleşip "Aziyade'ye güzel bir mukabele teşkil eder diyen Jeannette'in bu sözlerini Süleyman Nüzhet şöyle yorumlar: "Jeannette'den mektup aldım, hala Eyüb'e gelmek, bir Türk hanımı olmak, sedirin üzerinde nargile ile ömür geçirmek arzusunda..Bilmezsiniz, bu Aziyade ne kadar beyinlerin bozulmasına hizmet etmiş".
 
Kırık Hayatlar’da da bu oriyantalist zevk ile 'şark köşeleri' tarzında oda döşeme merakı Ömer Behiç'i pençesine alır. Evini batılı tarzda döşeyemeyeceği için, batıda gördüğü tarzda şark odası

1 "Romanın her sahifesi böyle birçok yalanlar, yanlışlıklarla memlûdur. Bunların bazısı o kadar küstah, o kadar küstah ki insan köpürerek kitabı elinden fırlatmakta muztar kalıyor; fakat beş dakika sonra kemali hâhişle yine derdest ederek mütalâaya koyuluyor. Çünkü bu yanlış, bu yalancı sahifeler kalemle değil, sanki bir peri kanadından koparılmış tüyle yazılmıştır; o kadar hoş, o kadar latîf, o kadar esîri. İşte sihri beyan! İşte cazibei üslûb! Loti size istemediğiniz,inanmadığınız, âdeta hiddetlendiğiniz bir kitabı zorla okutuyor, seve seve okutuyor". Tevfik Fikret, "Aziyade", Dil ve Edebiyat Yazıları, hzl. İsmail Parlatır, Türk Dil Kurumu Yayınları: 534, 2. b., 1993, s. 102-108. Yabancıların bilmedikleri halde Türkiye hakkında fikirler ileri sürmeleri ve yanlış tanıtmaları konusunu Loti'den bahsederek Fikret" Ecnebiler ve Türkçemiz" adlı yazısında da ele almıştır. a.g .e. s. 98-101.

2 Zeynep Kerman, Yeni Türk Edebiyatı İncelemeleri, Ankara, Akçağ Yayınları, 1998, s. 50.

3 Bu konuya Zeynep Kerman temas etmiştir. Zeynep Kerman, Halid Ziya Uşaklıgil’in Romanlarında Batılı Yaşayış Tarzı
İle İlgili Unsurlar, Ankara, Atatürk Kültür Merkezi, 1995, 127, 129. Süleyman Nüzhet'in yorumu dolayısıyla Zeynep
Kerman, "Halid Ziya, bu vesileyle Pierre Loti'nin eserini bir kere daha tenkit eder" der s. 153. )

4 "Ne zaman eline şarka, hususuyla kendi memleketine dair bir kitap alsa buna benzer bir hisle bırakmaya mecbur olurdu.
Garplıların şaşaa-ı elvanına alışmadıkları şark semasında gözleri kamaşarak, bilmedikleri bir lisanın müphemiyeti
arasından keşfe çalıştıkları hayati, tekzipten korkmayan bir cesaretle nasıl hatalar içinde ne gülünç fikirlerle tasvir
ettiklerine şahit oldukça derin bir ezâyı kalb ile sinirleri büzülür ve kim bilir ne zaman tekrar eline almak için kuvvet
bulmaya talikan asabını gevşeten bir esneme ile kitabı kapardı". Z. Kerman, a.g .e. s. 140.

5 Zeynep Kerman, a.g.e. s. 116.yapmak ister. Zaten evlerinde bu türden eşyalar vardır.6 Evlerde bulunan ve tabiî olarak kullanılan eşyalar "şark odası" düzenlemek için bir araya getirilince müze eşyasına dönmekte ve hayatın dışına atılmaktadır. Avrupalılaşmış evlerde bir şark odası düzenlemek şeklindeki yanlış anlayış batılılaşmanın bir karşılığı olarak Serveti Fünun'dan beri devam etmektedir. Böylece oluşan melez zevk, kendi kendisine yabancı gözle (oriyantalist) bakma alışkanlığı yazarlarımızda dikkati çekecek kadar çoğalmıştır.

Pierre Loti'nin Romantik edebiyatta önemli yer tutan mahallî rengi yansıtma çabası, aslında kendi hayal dünyasındaki sahnelere bilinmeyen doğu ülkelerinde mekânlar aramaya dönüşmüştür. Bu ülkeler arasında Türkiye de bulunmaktadır. Kadınlar hakkında söyledikleri, Türk ev dekoru diye benimsediği şekil gerçekçi olmasa da, moda hâline gelmiş ve sanatçılarımız da eserlerinde benzer sahneler yaratmışlardır.

Özellikle Türkçülük akımın sistemli bir şekilde ortaya çıkmasından sonra yazarlarımızın edebiyat eserlerinde bu tavra tepki gösterdikleri dikkati çekmektedir. Bu tepki hem fikir hem de güzellik anlayışı bakımından iki yönlüdür. Bu yazılarda her zaman Loti adı zikredilmese de onun eserlerini tanıyanlar bağlantıları kolayca görebilmektedirler.

Bu şahısların başında gelenlerden biri Ömer Seyfettin öteki Ahmet Haşim'dir.

Ömer Seyfettin "Bahar ve Kelebekler" (1911) adlı hikâyesinde kadınlarımızın ruhundaki Loti etkisinden söz eder. Hikâyenin genç kızı Desenchantee'yi okumaktadır. Ninesine bu adı "Sevinç ve saadetten mahrum kadınlar" diye çevirir. Büyük nine hiç gülmeyen, mustarip çehreli torununun bu halde olmasının sorumlusu olarak bu kitapları görür ve açıkça görüşünü söyler:

"Sevinç ve saadetten mahrum kadınlar, Türk kadınları mı? dedi, hayır hayır, hayır. Türk kadınları asla sevinç ve saadetten mahrum değildiler. Sevinç ve saadetten mahrum olanlar sizsiniz. Şimdiki kadınlar... Siz bozuldunuz. Siz büyükannelerinize benzemediniz. Ah biz... gençken ne kadar mesut idik. Bütün meşguliyetimiz eğlence ve neşe idi. Bahar, şu arkamdaki bahar bizi sevinçten deli ederdi, şimdi siz bunları görmüyorsunuz, siz bu zehirleyici kitaplar üzerine düşüyor, kabarıyor, soluyor, soluyor, hırçın, berbat, tahammül olunmaz bir mahlûk oluyoruz"(...)

Torun ninesine "siz okumaz mıydınız" diye sorar. Büyük nine de okumuştur. Gençlerin şimdi "Frenk mürebbiyeler elinde büyüyüp" Türkçenin güzelliklerini tanımadıklarını, onlara benzemek için asıllarından uzaklaştıklarını söyler. Fakat genç kız okumaktan başka yapacak bir şey bulamamaktadır. Bu hikâyenin bütününden çıkan anlam Pierre Loti'nin eserlerinin okuyucuları üzerindeki bozucu etkisinin iki nesil kadınları arasında tartışılmasıdır.7 Başka dünyaları bilmeyen ev içindeki mutlulukla yetinen bu büyük büyük büyük nine, baharda kelebeklerin renklerine dayanarak gelecek falı baktıklarını söyleyince, genç kız bunu denemek ister. Ama genç kız mutluluk habercisi beyaz kelebeği değil, felâket, matem ve ölüme delâlet eden siyah kelebeği, nine ise hastalık ve keder habercisi sarıyı görür ama iyi göremediği için onu beyaz sanır. Ömer Seyfettin keskin dili ve güçlü ironik ifadesi ile, gençlerin yanlış batı örnekleriyle yaşlıların mutlu oldukları vehmiyle yaşadıklarını işaret ederken, kelebek falıyla kadınlar için hiç bir mutluluğun beklenemeyeceğini açıklar. Mutsuz ve bedbaht kadınlar, yabancıların Türk kadınlarına biçtikleri hayat şekillerini benimsemişler, kendi ayaklan üzerinde durmayı öğrenmemiş olanlardır. Bunlar Yakup Kadri'nin eserlerinde de bulunur.

"Gizli Mabet" adlı hikâyesinde, Loti'nin eserlerinin etkisiyle çok farklı manzaralar görmek hayalini yaşatan genç bir Fransızın damı akan, fakir sütninenin evindeki sandık odasının nasıl esrarlı bir mabet olarak yorumladığını, gizleyemediği alaycılığı ile anlatan Ömer Seyfettin Loti gözüyle Türkleri görenlerle açıkça alay etmektedir. Bir arkadaşı Ömer Seyfettin'e " Tokatlıyan'da" "Sorbonne'dan arkadaşı" olan "Kumral, çini mavi gözlü, güzel, narin, nazik bir çocuk! Azgın bir

Şark meftunu" olan "genç bir frenk takdim" eder. Yazardan yaptığım alıntılarda, Fransa'yı bilen, alafranga yaşayan Türkler söz konusudur. Fransızın "azgın bir şark meftunu" diye tanıtılması dikkati çeker. Nitekim Fransız "Azizim siz kendinizi bilmiyorsunuz, Avrupa'yı bir şey zannederek kendi güzelliklerinizi görmüyor, kendi esrarlarınızı yaşamıyorsunuz" diye şikâyete başlar.8 Türk arkadaşının evinde Türk zevkine hasrettir, bu evde her şey hatta zihniyet bile "Avrupakâri!"dir. "Ah, nerede Loti'nin Türkiyesi" diye iç çeken Fransız'ı küçümsediği her haliyle belli olan yazar, "Sabit fikirlerinin hududunu aşmayan frenkler ne masumdur" diyerek uzun uzadıya "Kafası Loti'nin muhayyilesiyle dolu" olan Frenk'i konuşturur. Bu sohbetin sonunda yazar onu Karagümrük'te oturan sütninesine götürmeye niyetlenir. Bu muhafazakâr, sofu kadın kocasından kalan ufak bir irad ile geçinmekte ve bir Arap halayık ile oturmaktadır. Onun için Frenk'i Müslüman bir Çerkez olarak tanıtacaklardır. Başına bir fes alır.

 Viran semtlerden yürüyerek geçerek viran bir eve gelirler. Frenk kendisini "rüya"da sanır. O kadar mutludur. Odası en üst kattadır, gece fırtına çıkar, yağmur yağar. Sabahleyin kahvelerini içtikten sonra Fatih'e götürür ve ona bir nargile ısmarlar. Fakat Frenk karşısındaki muhteşem abideye bakmamaktadır. Ondan daha önemlisini "Piyer Loti'nin göremediği bir şeyi! Hiç bir Avrupalının tanımadığı bir sun" o gece gördüğünü söyler. Üstelik de onları yazmıştır. Ancak kimsenin görmediğini görmekle mutlu olan bu Frenk'in gördüğü, evin sandık odasıdır. Kilitli sandıklar sevgili ölülerin mumyalarını saklayan mezarlar, çamaşır iplerine serili kullanılmayan elbiseleri ve duvarlardaki hat örneklerini yadigârlar (relique), tavandan damlayan suların birikmesi için konulan irili ufaklı kaplan da kutsal sular sanmıştır. Bunları duyan Ömer Seyfettin güler, gerçeği anlatmaya çalışsa da başaramaz

"Frenk, evlerimizin üzerindeki "Maşallah levhalarını millî bir sigorta şirketinin işaretleri saçaklarımızda sallanan nazarlık pabuçlarını damdan dama kaçan hırsızların oralara takılıp kalmış ayakkabıları zanneden meşhur millet adaşı gibi, bir an durdu, düşündü. Derin derin nargilesini çekti. Yutkundu. Elinde açık kalan defterini cebine soktu. Ben hâlâ duruyor, duruyor, gülüyordum.

-Gülme azizim, sizin sandık odalarınızda bile öyle esrarlı, öyle anlaşılmaz, öyle müphem, öyle dinî bir hâl var ki...

-Ne gibi?

-Öyle bir şey ki... Siz körsünüz... Görmüyorsunuz vesselam... dedi.

Fakat bizim görmeyip de o yalnız kendi gördüğü şeyin ne olduğunu bir türlü söyleyemiyordu."

Ahmet Haşim de batılı ziyaretçilerdeki hayal İstanbul'un doğurduğu hayal kırıklığından yazılarında söz etmektedir.

Ahmet Haşim "İstanbul Hakkında Bir Ecnebi ile Muhavere" adlı yazısında trende bir ecnebi ile konuşur ve onun İstanbul hakkındaki izlenimlerini dinler. Bu uzunca deneme işgal günlerinin bütün acısını yansıtan ayrıntılarla iki tür İstanbul'u çizer. Ecnebi dört gün içinde İstanbul'dan bıkmıştır. Haşim ona "senelerden beri okuduğunuz şeylerle, İstanbul'u uzaktan, mavi bir hayal şehri hâlinde görüyordunuz." diye başlayarak "acaba ruhunuz var mı" diye sorar. Ecnebi anlamaz gözlerle bakınca Haşim devam eder

"Biz, hayreti hepinizde göre göre, ilk zamanlarda zekalarınız hakkında ne düşüneceğimizi bilmez olmuştuk. Ne kadar sade şeylere hayret ediyordunuz. Fakat zamanla alıştık. Kuşta kanat, ağaçta yaprak ve suda parıltı gibi bizce 'hayret' artık sizin başlıca vasfınızdır."

"İstanbul'u anladığınız gibi anlamakta haklısınız. Bu şehrin medenî insana bahşedeceği hiç bir suhulet yoktur. Sizden bu şehri sevmiş olanların hiç biri medenî değildi. Medenî, biz, ruhu olmayanlara veya onu çıkartmış olanlara deriz. Gerard ve Nerval, Chateaubriand, Gautier, Loti, Farrere, Regnier ve diğerleri, bunlar bizim nîm meczub dervişlerimize benzer adamlardı ki, arzın gurbet yollarında dolaşa dolaşa, bir akşam, manzaralarına, selvilerin pür-şaşaa altın ufuklar gibi saplandığı bu azîm kubbeler şehrine vâsıl oldular ve aradıkları vatanı nihayet bulmuş oldular. Pekin'i, Tokyo'yu, Benares ve Semerkand'ı da gören bu adamlar, oralardan ayrıldıktan sonra mabetleri, kuleleri, Asyaî ıtırları, incileri ve ilâhî raksları unuttular, fakat hayatlarının sonuna kadar daüssılasını çektikleri yegâne memleket, bu minare ve gurup memleketi olmuştur. Onun için biz onları bizlerden biliriz."

İşgal İstanbul'unda işgal kuvvetleriyle işbirliği yapan yerli Rumların ve Beyoğlu'nu ima eden bu satırlardan sonra Loti'nin sezdiğini sandığı öteki İstanbul'u tasvir eder:

"Asıl İstanbul'a gelince, bu bir şehir değildir, bir zehirdir. Bu zehri ne sihirbazlar, ne müneccimler yaptı. Fakat daha vâsi ve daha karışık bir cehennemi aletin inbiklerinden damla damla akıp birikmiştir. Bu emsalsiz zehrin rengi yalnız akşamları tekasüf ederek görünür bir hâle gelir ve selvilerden, damlardan, bacalardan, kubbe ve minarelerden yükselerek havada keskin altınlar, karanlık bakırlar ve erimiş gümüş renklerine karışmış kızıl ve lâcivert bulutlardan bir âlem vücuda getirir. Zehrin tesiri haricinde kalan karşı yaka halkı, gurup saatlerinde, bu zehrin buharlarını korku ve hayretle, uzak terasalanndan seyrederler. Belki bunu siz de seyrettiniz.

İstanbul'un yerli halkı, bu zehirle yaşar ve onunla ölür. Yaşamak? Bu kelimede anlaşmalıyız. Siz afyonkeşlere yaşıyor der misiniz? Biz onların en yüksek bir hayatın münhanileri fevkinde yaşadıklarına kailiz. Onların şeffaf tenleri, solgun renkleri ve yanan büyük gözleri, ruhun tenebbüt ve tekessürü bahasınadır. Biz düşünürüz ki "sıhhat”la hayvanlığa doğru gidilir; ruhun yolları ise bu istikametin aksinedir."

Ahmet Haşim gibi hayatın şekillerini hayal havuzunda seyreden bir şair için bu satırlar onun şiir anlayışının bir yansımasıdır.

Dinleyicinin söylediklerini anladığından şüpheli olan şair sözlerine Loti'yi şahit göstererek şöyle son verir: "Ben zehirlenenler nâmına, emsalsiz zehrin zevkini bilenler nâmına size bunları söyledim. Bir başkasıyla bu bahse dair görüşseydiniz ihtimal size büsbütün başka şeyler, tamamen anlayacağınız başka şeyler söyleyecekti. Beni anlamanız için bir ruhunuz olmalıydı ve o ruh, hemşehrimiz Loti'nin ruhu gii şifa bulmayacak tarzda zehirlenmiş olmalıydı. Halbuki altın gözleriniz zehri kabul etmeyen bir uzviyetin üstünden bana bakıyor. Ne yazık..."

Ahmet Haşim Bursa'da yapma bir dünya kuran Gregoire Bay'ın gülünç leylek hastahanesinden ve pavyonlarından söz eder. Sıcak ülkelere gidemeyen güçsüz leylekler asırlarca insanlarımız tarafından beslenmiştir. Ama ne gurabahane kurulmuş ne de bundan bir anlam çıkarılmıştır. İnsanlarımız evlerini süslemişlerdir. Bu süsler gerektiği kadardır. Hepsinin bir araya toplanması sadece yığın izlenimi uyandırır ve gülünç olur. Haşim'in "Gurabahânei Laklakan" adlı yazısı 1923 yılında Yeni Mecmua'da yayımlanmıştır.Ziya Gökalp'in geniş anlamda milliyetçi yazarları topladığı bu dergide "Gurabahânei Laklakan"ı yayımlaması dikkat çekicidir. Haşim "on, on beş" yıl önce Bursa'ya gittiğinden söz ettiği denemesinin başlarında dönemi yansıtan şu satırlar yer alın

"O sırada İstanbul'un okur yazar gençleri arasında "mimarî" bir milliyetperverlik hüküm sürüyordu. Herkes evvelce işitilmemiş eski bir mimar ismini bulmakla iftihar ediyor; makaleler ihtiyar mermerlerini mânâ ve asaletinden bahsediyor; şiirler kemer ve sütunların güzelliğini söylüyordu. Edebiyat lisanı duvarcılık ve marangozluk tamiratıyla dolmuştu. Türk medeniyetinin ölçüsü münhasıran "mimarî" olmuştu. Mimarî münakaşalarıyla câbecâ dostluklar teessür ediyor, düşmanlıklar vücut buluyordu. Millî şuurun uyandırdığı derûnî kuvvetler henüz büyük felâketlerin çekiciyle döğülmemiş, bugünkü rüştünü bulmamıştı. Bu kuvvetler havaî fişekler şeklinde, hayatın gecesinde, renkli ateşlerden seyyâl nakışlar çizdikten sonra dağılıp gidiyordu."

Yazar Bursa'nın abidelerini ziyaret ederken Yeşil Camiinde kayyum, tamir sırasında çalınan çinilerden söz eder ve bu konuda bilgi verecek şahıs olarak "Bursa'da elli altmış seneden beri yerleşen Türk muhibbi ve Türkkârî sanat meraklısı Gregoire Bay ismindeki zatla" görüşmesini tavsiye eder. Haşim bu isme aşinadır: "Birçok Fransız muharrir ve edîblerinin şarka dair yazılarında bu isim, güller ve çiniler arasında yaşamak ve ölmek için Bursa'da inzivayı ihtiyar etmiş garip bir sanat mecnununun ismi olarak geçiyordu. Ziyaret için müsaade istemek üzere kendisine yazdığım mektuba aynı günde cevap aldım. Ferdası günü öğleden sonra Setbaşı'ndaki evinde bana muntazır olacaktı."

Gregoire Bay karısı ile birlikte oturmaktadır. Çınar ve dut ağaçlarının gölgesinde, bülbül sesleri ve serçe cıvıltıları içinde oturup ikramları içerler. Komşular bahçedeki dutları toplarlar. Yazar niçin geldiğini şöyle anlatır:

"Mösyö Gregoire Bay'a, birçok nâsir ve şairlerin kitaplarında tarifini okumuş olduğum, tarih ve edebiyata geçen köşkünü görmek ve kendisini tanımak için geldiğimi söyledim. Zavallı adam memnun oldu. Gregoire Bay'ın "deha"dan mahrum bir nevi Pierre Loti olduğunu iki üç söz teatisinden sonra anlamıştım. Yegâne eseri evi idi. Zevkinin merakı tahrik edecek bir cazibesi olduğunu öğrenmekten derin bir haz alıyordu."

Haşim köşkte pek dikkate değer bir şey görmez, zaten Gregoire Bay da köşküne önem vermemektedir. "Hayatının şaheseri bahçenin mehcûr bir köşesindeki 'gurabahâne-i laklakan' idi. Bu gülünç tesmiyenin sebebini Gregoire Bay bana sonra anlattı" diyerek uzun uzadıya bahçenin her adımının özelliklerini anlatır. Bu uzun bir denemedir. Ancak baş kısmını almak istiyorum:

"Bahçeyi bakımsız buldunuz değil mi; bahçenin bu metruk ve perişan hâlini kendim istedim. Sarmaşıkların, örümcek ağları şeklinde, birbirine geçip bütün ağaçlan kaplaması için senelerce bekledim. Bu ağaçlara insan başlan manzarasını vermek, dallara bu azgın inkişafı aldırmak, hâsılı bahçeye serbest bir orman manzarası verdirmek için bilseniz ne kadar çalıştım. Türk sanatının muhabbeti bana 'tabiat' muhabbetini öğretmiştir. Tabiatı kayda tâbi görmek bana şimdi eza veriyor. Bir bahçe için bir ormana benzemekten daha fazla bir güzellik tasavvuru kabil midir? Şimdi Le Nötre usulü Fransız bahçeciliği bana bir çirkinlik ve bir manasızlık gibi görünmektedir."

Gregoire Bay etrafa "ölüm ve uhreviyet" kokusu dağıtsın diye söğüt ve selviyi tercih ettiğini söyler ve "Mezarlığı hiç bir millet sizin anladığınız güzel tarzda anlayamamıştır. Frenk mezarlığı ölümün tatlı ve haşin güzelliği bozar. Orada, sanki taşlan daha dik ve köşeli yapan buzlu bir hava dolaşır, sanılır ki her ölü süslü ve sağlam mezarının kapısı arkasında, hodperestane bir hırsla saklanmış, muciz zâire saldırmaya hazırlanmış bekliyor.(...) Halbuki sizin mezarlıklarınızın havasında her türlü maddî endişelerin takallusundan kurtulmuş bir yetim dolaşır. Müslüman mezarlığında insan her ölü için durup ağlamak ister, o kadar her ölü munis ve cana yakındır. Mezarlıklarınızı şehirlerin ortasında kurmakta da haklısınız. Bunlar öyle bahçelerdir ki, ağaçlarının yetiştirdiği meyveler, yaşayanların tatması lâzım gelen his ve fikir meyveleridir. Bahçeme mezaristan kokusunu neşredecek ağaçlar dikmekle baharını hazanla tadil etmek ve ona her mevsim için 'fikr'in acı lezzetini vermek istedim."

Gregoire Bay "tepesi sivri, altı geniş kısa camlan" da "dönen Mevleviye" benzettiği için sevdiğini söyler ve şu gülünç sözleri söyler: "Bakınız bu çam, devran havasında açılmış bir Mevlevî tennuresini andırmıyor mu? Bu çamlara baktıkça sanıyorum ki bahçem azîm bir semahanedir ve içinde nebatî mevlevîler câbecâ, kendinden geçmiş, bülbüllerin ahengiyle dönüyor."

Sonra sıra birkaç odadan ibaret bir harap binaya gelir. Burası "gurabahâne-i laklakan"dır. "Biliniz ki bahçemin bu köşesi hakikat şeklini almış kendi hayalimdir. Bu harap üç odayla onları çeviren bu bahçe köşesinde ömrümün bu son günleri sükûn ve tahayyül içinde geçiyor" diyen Gregoire Bay, kendisine refakat eden iki sakat ve ihtiyar leylekten söz eder. Bursa'daki Haffaflar Çarşısı meydanının bir "hayvanlar darülacezesi" olduğunu ve sakat hayvanların orada esnaf tarafından beslendiklerini gördükten sonra oradaki iki leyleği kendi evine getirmiştir. Kendisini de bu ihtiyar kuşlardan farklı görmez.

Pavyonun birinci odası "Sadi Odası "dır. "Muhteviyatı itibariyle Türkân eşya satan antikacı mağazalarından hiç farklı olmayan bu küçük odanın dört duvarı, yerden tavana kadar çinilerle kaplıydı. Sadi'nin bir İngiliz tarafından Hindistan'da elde edilen meçhul bir şiiri, çini üzerine, gayet güzel bir talik ile yazılmış, kapıya karşı gelen duvarı boydan boya kaplıyordu. Çininin diğer nakışları girift güller, yapraklar ve bülbüller idi. Bu oda âdeta cansız ufak bir 'gülistan'dı. Ona kokularını, seslerini, gölgelerini dışarıdaki bahçe gönderiyordu."(...)

İkinci oda "gül ve bülbül" odasıdır. Duvarları çini kaplıdır. Neden bu adı verdiğini Gregoire Bay şöyle açıklar: "On, on beş sene evvel beni ziyarete gelen bir Avrupalı ile şark lisanlarının zenginliği hakkında bir münakaşamız olmuştu. Bu adama demiştim ki yalnız 'gül' kelimesinin müştakat ve mürekkebâtından yüzlerce sıfat, yüzlerce isim vardır, iddiamı ispat için bu odanın duvarlarına 'gül' kelimesiyle terkip edilen bütün kadın isimlerini yazdırdım: Gülizar, Gülbû, Gülruh ilh..."

Bu oda da Sadi odasındakine benzer çeşitli Türk sanatkârlarının el işleriyle doludur. Gregoire Bay her parça hakkında bol bol açıklama yapar. "Her odanın ziyareti bir saat sürmüştü" diyen yazar ev sahibiyle birlikte "Vefik Paşa" adını taşıyan üçüncü odaya geçer. Vefik Paşa'nın dostu olduğunu söyleyen Gregoire Bay bu odanın tavanını "eski bir Türk konağının harabesinden" satın almış ve olduğu gibi yerleştirmiştir. Bu geziden yorulmuşlardır. Haşim sedire oturur ve tabiatın sesini dinler: "Gregoire Bay'ın Türk sanatını sevişi ve anlayışı birçok frenklerinki gibi hoşuma gitmemişti. Fikrimi açıkça söyledim.

Mösyü Bay, bilmiyorum niçin, siz ecnebilerin Türk ve alelumum şark sanatını takdir edişinizde izzetinefsi cerihadar eden bir şey var. Görmekten geldiğimiz 'gül ve bülbül' odasında iken bana eski bir leğen kapağını göstermiştiniz ve bakır levha üzerinde ufak deliklerden yapılmış nakışlara karşı, ifratı bile aşan bir hayretle, mütehayyir görünmüştünüz; fazla takdirkâr olmaktan ziyade fazla mütehayyir... Eserlerimize karşı hayretiniz -bize öyle geliyor ki- zekâlarımızı istihkar etmenizden ileri geliyor. Biz şâyân-ı hayret değil, fakat şâyân-ı hayret derecede güzel şeyler yaptık. Üç dört bin sene evvel ehram yapılmış, Luksor mabedinin sütunları dikilmiş ve bütün bunlar, bizim gibi iki kollu, iki bacaklı, fakat tecrübe ve ilimce bizden namütenahi derecede dûn olması lâzım gelen insanlar tarafından yapılmış iken, bugün veyahut üç yüz sene evvel, bu bakır levhayı süslü bir dantelâ hâline koymuş olmakta bir insan için acaba şâyân-ı hayret ne olabilir? Mucizeler vesaitin iptidaî olduğu devirlerde olurdu. Bugün ise insan için uçmak bile mucize değil! Şu kadar bin kiloluk bir sıkleti, eskiden kervanların on günde kat edemediği mesafelere, bir saniyede fırlatmakta bile artık bir fevkalâdelik yok! Belki kunduzun dişleriyle ağaç rendelemesi şâyân-ı hayrettir, fakat insanların bakır levhayı oyması hiç öyle değil!

Muhatabım biraz düşündükten sonra, samimiyetinden şüphelendiğim tatlı bir eda ile, itirazlarıma cevap verdi:

-Hayret etmemek için sebep olarak saydıklarınız bizi bilakis hayret etmeye sevk ediyor. Zamanımızda her işini makineye terk eden insan eli, artık kendi maharetiyle güzelliği yaratmakta izhar-ı acz ediyor. İnsan eseri olan makina, insan elini âdileştirmiştir. Eski ellerin güzel eserlerini gördükçe bugünkü mütereddi insan elinin vaktiyle nelere muktedir olmuş olduğunu düşünüp istigrab etmemek mümkün değildir.. Eski Mısır, Babil, Keldan, Yunan ve Fenike eserleri, eski Arap ve İran masnûâü bizi bugün hep bu düşünceyle hayret ettiriyor. Hayretimiz bugünkü insan elinin aczinden münbaistir. Bunun içindir ki devâsâ makinelerle kolayca açıldığını bildiğimiz Panama kanalına karşı lâkayıt ve müstağni kalan hayalimiz iki yüz sene evvel, Bursa'da, Konya'da, İzmir'de, bir genç kız elinin işlediği ipek çevrenin iptidaî sırma nakışlan önünde zevkle teheyyüc ve hayrete düşüyor.

Bu bahis üzerinde bir iki fikir daha teati ettikten sonra Vefik Paşa odasından çıktık. Artık akşam olmuştu. Dışarıda, bahçeye nazır, üstü örtülü bir terasada küçük bir iskemle üzerinde, kâr-ı kadîm büyük bir sini duruyordu. Sininin üstünde, dairenmâdar tahta kaşıklar ve yerde sini etrafında birer küçük minder dizilmişti. Yapraklar içinde kaybolan mermer bir levha üzerinde, Pierre Loti'nin bu sofrada Yeşil Cami imamlarıyla iftar ettiği akşamın tarihi hakkedilmişti. Madam Bay bize çayı "gurabahâne-i laklakan" civarında, her tarafı gül yapraklan içinde kalan bir kameriye altında hazırlatmıştı. Eski saz sandalyelere uzandık. Nefis bir Çin çayından yudumlar içerek etrafta tekasüf eden akşam lâciverdliğine ve bir köşesine ince bir hilâlin teressüm ettiği yeşil semaya daldık ve sustuk.

Uzaktan su ve ezan sesleri geliyor, hava akşam dumanlarının ailevî kokularıyla doluyordu. Yarasalar bize dokunacak kadar yakın geçiyordu. Uhrevî ve sert kokularını daha kuvvetle neşretmeye başlayan bahçenin her tarafında şimdi yeşil mevlevîler daha vecdle, daha rahatla dönüyordu..."

Bu parça Haşim'in açıkça söylediği gibi Loti vari Türk hayranlığından hoşlanmadığını ortaya koyar ve bir önceki parçada belirttiği yabancıların "şaşma"larını onların Türkleri küçümsemelerine bağlar:

"Ruhunun servet-i teessüratı için lisanının bütün kelimelerini az bulan Pierre Loti, bir kitabında büsbütün yeni bir lisan istediğini âdeta ıstırapla söyler"(c.2/101) diyen Haşim, şiirin yaratılma sürecinin güçlüğünden söz eder.

Bir resim sergisindeki tablolarla ilgili görüşlerini naklederken de yazarlarımızın orientalist tavrından rahatsız olduğu hissedilen Haşim, ressamlarımızı da kendi kaynaklarımızdan kendi gözleriyle yararlanmamakla suçlar: "Benard Ganj sahillerinden ve Benares mabedlerinden dönerken Hindin meyveleri gibi başka bir güneşin mahsulü olan levhalarla Paris'e gelmişti. Benard iki sene içinde o yabancı ziyayı anlamıştı. Pierre Loti bilmem hangi haremde kendisine açılan, işlemez nargileler, eski saksı, kuyruklu piyano, Kütahya tabakları ve kınk aşure çanaklarından yapılmış antikacı dükkânı şerefine müşabih sahte bir şarktan sükkân-ı arzı otuz senedir sarhoş eden haşhaş dumanı lezzetinde bir şark edebiyatı vücuda getirebilmişken, Bin Bir Gece memleketinin öz oğulları sinirlerinde ve gözlerinin içinde yatan hakiki sihirden habersiz "şark" diye ud çalan kadınlardan başka resmedecek bir şey bulmuyorlar", (c.2/110-111).

"Seyahat ve Edebiyat" (1929) adlı yazısında da Haşim, çok sevdiği seyahat ve seyahat ede biyatından söz ederken, "edebî hüviyetin teşekkülünde gözün belki vazifesi dimağınkinden daha mühimdir" tezini destekleyen örnekler arasında Loti'nin de adını anar: "Fransız edebiyatında hepimizin isimlerini bildiğimiz Chateaubriand ve son asırda Loti, münhasıran seyahatin tekevvün ettirdiği birer dehadır. Memleketinden çıkmamış bir Loti'nin ne olacağını tasavvur etmek güçtür".13 Aynı görüşünü "harikulâde" kavramıyla birlikte kullanır: "Muvakkat bir şair olan seyyah, yabancı âlemler içinde kendisine ârız olan zarurî cehalet sayesinde etrafını daima uydurucu bir gözün hayretleriyle görecektir: Evliya Çelebi'nin eski Türkiye'si, Comte de Gobineau'nun Afgan'ı, ve İran'ı, Pierre Loti'nin İstanbul'u, Paul Morand'nın New York'u, ancak seyyah gözünün yoktan yaratıp görebileceği birer harikulâde hayaldir".

Doğunun yaratıcılığına hayretini aşağılayıcı bulsa da Ahmet Haşim, Pierre Loti'nin duygularını ifade için yeni bir dil arayan sanatçılığına yakınlık duymaktadır. Onun bu özelliğini Yahya Kemal de belirtir.

Şiirlerini romantik kavramıyla da niteleyebileceğimiz Haşim'in Loti'nin âlemini şöyle anlattığını yazar: "Ahmet Haşim teşbihleri ile Çin, Hind, İran ve eski Türk ressamlarını gölgede bırakır bir sanatkârdır, bir gün Loti'nin âlemini tarif etmek için bir kelime aradı ve birdenbire dedi ki: "İnsan o âlemde bir an gibi uçuyor, fakat o âlemin dışına çıkayım dedi mi, her taraftan cama çarpıyor, çıkamıyor!" Bu eser işte böyle duyulur ve ifade edilmez bir şey." Yahya Kemal bu nakli ile âdeta Haşim'in şiir dünyası ile Loti'ninki arasında bir ilişki kurmakta ve Haşim'in Loti'yi beğendiğini belirtmektedir. 1921'de yazılan bu yazı Loti'nin İstanbul'a dair son kitabı üzerinde Yahya Kemal'in yorumlan ihtiva etmektedir. Bu münasebetle, "Hâlis bir şairin farikası bence yalnız budur: Hâlis bir şairin eseri kariine yegâne eser görünür, kari, onun sihrine tutulduğu sıralarda, sanır ki başka eserler renksiz ve tatsızdırlar. İşte her şairin şiirinde tecelli eden bu yegâne görünüş Loti'nin şiirinde bir kat daha sihirkâr oluyor.

Loti'nin son kitabını okurken gözlerim bir daha kamaştı, ondan gayrı bütün edebiyat tenk göründü. Bu şiir yazı değil, söz değil, nazım değil, nesir değil, hâsılı sanat namına bildiğimiz şeylerden hiç biri değil, bir büyüdür. Afyonkeşler daldıkları düzme cennetin bahçelerini, havuzlannı köşklerini ve o cennette gördükleri kadınların tenlerini, saçlarını, râyihalarını hâsılı bütün hazlarını naklederler. Lâkin şimdiye kadar Loti'nin büyüsüne tutulanlar o büyü nedir nakledemediler."(...)

"Loti bu kitabında on bir sene evvelki seyahatinin Kandilli, Boğaziçi ve İstanbul hatıralarını günü gününe naklediyor. O sene Türk vatanının son mesut senesiymiş. Altmış bir yaşına giren Loti, gençliğinden beri gönül verdiği Türk memleketini bir daha görmeğe geliyor. Bu gelişi eski İstanbul'u son bir defa tavaf etmek gibi hazin bir bir arzuya hamledersiniz, fakat pek öyle değil! Biz bu yaşta çökeriz, söneriz, kururuz, meraretleniriz, hatıraların peşinden koşmayı çocukluk sayarız. Loti bilakis, bu yaşında da pek genç, Kandilli'de misafir olduğu Türkkâri, kırmızı yalıyı neşesiyle dolduruyor. Hilâlî gömlekli kayıkçıların çektiği kayığıyla Boğaziçi'ni sahil sahil dolaşıyor, yeni bir hayaleti, Rumelihisarı'nın yaşmaklı feraceli son hanımını seyredebilmek için Göksu deresinde saatler geçiriyor. Hem de Loti bu sefer aramızda, eskisi gibi, başka bir yıldızdan gelmiş bir insan değil, hatta ecnebi bir misafir bile değil, bir aşinadır, hatıralarını naklederken bir düziye arkadaşı Kıbrıslızade Tevfik'in ismini anıyor ve bir yerde de arkadaşının Babıâli vakasında vurulduğunu hazin bir kitabe tarzında kaydediyor."

Yahya Kemal Kıbrıslızade Tevfik'in Loti'yi sevip, dost edindiğini gördüğünü belirterek, daha önce yazarlarımızın onu tanıyıp sevmediklerini de zikreder: "Otuz dört seneden beri İstanbul'un ç mahallelerinde, camilerinde, mezarlıklarında gezinen bu mucizeli şairi en değme medenîlerimiz tanımıyorlardı; Tevfık Fikret, basit bir görüşün kurbanı olarak, tezyif ediyordu; alafranga edebiyatın pudra ve lavantasından mütehassis olan yeni nesil, bizim küflerimizi sevmekle, Loti'nin bizimle eğlendiğini zannediyor, kızıyordu da. " der. Yazar bu yazısında Loti dolayısıyla sevdiği bir arkadaşından söz etme fırsatını bulmuştur. Yahya Kemal'in bu yorumunu onun yeniyi o kadar yerlileştirme anlayışıyla bağdaştıramadığımı eklemeliyim.

Ancak yazarın sanat anlayışını yansıtan makalelerinin derlendiği Edebiyata Dair kitabında Loti ile ilgili değerlendirmeleri pek de övücü değildir. Şiirde şekil ile duygunun öneminden söz eden Yahya Kemal, "Şiir muhakkak vezinle ve kafiyeyle vücuda gelir. Şiir musikinin hemşiresidir, aletsiz teganni edilemez. Frenk'in Chateaubriand ve Loti gibi dehalan serapa histen, zevkten ve hayalden ibaret olan büyük insanları şair değil naşirdirler. Onlar hislerini teganni etmediler, doğrudan doğruya söylediler" der.

Yahya Kemal "Sanatın umumi mucizeleri" vardır derken, "Lamartine ve Gautier'den sonra Loti ve Farrere Garba bizden bazı şeyler götürdüler." diye ekler.

Yahya Kemal'in yazılarında Loti'yi küçümseyen ifadelerin yanı sıra övgü dolu kısımlar da yer alır. "O ve Biz" adlı yazısında Pierre Loti'yi sanatını kendi başlatıp kendi bitirenler sınıfına sokan yazar, Aziyade'nin neşri ve Loti'nin "şöhreti değil şan"ı yakalayışının hikâyesini verir. Başlangıçta Loti'nin eserinin gerçekleri yansıtmadığını söyleyenler bulunduğuna işaret ettikten sonra onun, o günler için önemini şu satırlarla ifade eder:

"Bu gün Loti tam yetmiş yaşındadır. îlk eseri Aziyade, son eseri de Bize Nasıl Müttefikler Lâzımdı unvanıyla bu kara günlerimizde bizi için için ağlatan eserdir. Aziyade'de İslâm Bey namıyla Türk ordusuna gönüllü yazılıp Kars surları önünde şehit düşen mevhum kahraman, Loti'nin kendi idi. Kırk üç sene evvel o vâhimesiyle, Loti, şüphesiz islâm'ın en yüksek lezzeti olan şehitlik lezzetini tattı. Bizi Loti'ye kırk üç senedir unutturmayan bir sebep de o lezzettir." Yahya Kemal'in yazısının son satırları bir kıskançlık veya gıpta tonu taşımakta: "Ne garip bir hadisedir! Aşkını ekseriya kendi şairlerine vermeyen Türk tamamıyla Loti'ye vermiş. Acaba bu kara günlerin geleceğini mi tayakkun ediyordu."

Loti, Gautier, Farrere gibi "bugünkü medenî şehirlerden bezgin, Şarkın maziyi haber veren eski püskü şehirlerine müştak" yazarlarının rehberliğinden uzak yeni Avrupalı seyyahlarını yadırgar.

"Yeni Kadınlığa Dair Musahabe. Hayat ve Kadın" adlı yazısında da Yahya Kemal, Loti'den şöyle söz eder: "Pierre Loti'nin yeni İstanbul kadınlarına dair meşhur romanında hanımlarımızın anlayacağı hazin bir mânâ vardı. Fakat o romanın hazin mânâsını değil, hatta unvanını bile pek anlayamadık. Pierre Loti'nin Desenchante Kızlar tesmiyesini biz, Nâşâd Kızlar gibi tamamiyle yanlış bir tercüme ile bozduk. Pierre Loti'nin Desenchante Kızlar derken alafrangalaşarak İslâm hareminin sihr ü efsununu kaybeden Türk kızlarından bahsediyordu. Eğer dünyanın dört köşesinde herkesin mânâsını anladığı bu meşhur tesmiyeyi doğru bir tarzda tercüme edersek "Sihr ü Efsununu Kaybeden Kızlar" demek lâzım gelir. İşte Pierre Loti yeni Türk kadınına verdiği bu sıfatla Türk âleminde büyük bir hâdiseyi keşfetti. O, bu hâdiseyi keşfettiği zaman biz, Avrupa medeniyetinin hasretiyle yanıyorduk." diyerek bu eserin yazıldığı tarihte yazılan kadınların çok farklı ve hiç de cazip gösterilmediğini belirtir. Böylece İstanbul kadınını hayranlıkla gören yazar hayranlık uyandırmış
olmaktadır.

Yakup Kadri ise memleketin güzelliklerini kendisine sezdirenler arasında Loti'nin de bulunduğunu bir yazısında açıklar.22 Kiralık Konak'ın Seniha'sı da Aziyade romanının tiplerinden biridir denilebilir. Sodom ve Gomore'de Fransızların aradıkları Türk manzaralarını da Yakup Kadri okuyucusunda tiksinti uyandıracak sahnelerle anlatır. Usta yazar, yazdıklarıyla okuyucusunu kendi duygularına refakat ettirir.Yakup Kadri "Loti'nin Sanatı" adlı yazısında23 Pierre Loti 'Nirvana' mezhebinin cazibeli bir mürşidi veyahut 'Nirvana'nın ta kendisidir" dediği Loti'ye Fransız hükümeti tarafından verilen nişandan söz eder. Haylaz bir öğrenciyken bu şerefe yükselen Loti'nin sanat kuralları ve edebiyat geleneklerine kayıtsız olduğunu belirten Yakup Kadri batının en önemli geleneği olan Orientalizm'in etkisini unutmuş gibidir. Bu izlenimci, romantik yazarın değerlendirilmesidir. "Loti Hasta Döşeğinde" başlıklı yazısında da Loti'yi "sevgili Loti" hitabıyla sık sık anarak onun biraz da bizim yüzümüzden hasta olduğunu söyler ve onu "insaniyetin bir mucizesi" olarak niteler. "Bu kalb durduğu gün bizim için ne azîm bir matem olacak!" diyen Yakup Kadri, onu seven Türklerin ölümünden sonra "bu ruhun selâmeti için Loti'nin pek sevdiği o huşu ve murakabe vaziyetinde sessiz sessiz dua " edeceklerini ifade eder.

Millî Mücadele yıllarında ise Loti'nin Türkler lehindeki yazıları, kendisini dünya üzerinde yapayalnız hisseden Türkler üzerinde büyük bir etki yapmış ve ondaki vefa duygusuna minnetlerini ifade etmişlerdir. Bu yüzdendir ki Loti'nin Türklerle ilgili hayalî dünyası, oriyantalist bakışı zaman zaman mazur görülmüştür.

Servet-i Fünun yazarlarından Süleyman Nazif 23 Ocak 1920 tarihinde düzenlenen Pierre Loti hakkında söylediği nutkuyla büyük heyecan uyandırmıştır.25 Oğluna yazdığı bir mektupta, Bursa'da Loti ile iki kere görüştüğünü ama onu sevmediğini ifade etmektedir: "Pierre Loti'yi nedense sevmedim. Kendisiyle iki kere Bursa'da görüşmüştüm. Hakikati ve hissiyatı tahrif etmekten zevk alan bir adamdır. Mamafih üslûbunun mükemmeliyetini fevkalâde sena ederler. Bunları inşallah ilerde sen tahsil ve tekemmül ettikten sonra okur, takdir edersin."26 Mamafih 26 Ağustos 1916'da yazdığı mektubunda oğluna Vers Ispahan'ı çevirmesini de tavsiye eder.

Memleket edebiyatı yanlıları genelde Loti'den hoşlanmazlar.

Nazım Hikmet, Loti'yi 1925 yılında yazdığı "Piyer Loti" başlıklı şiirinde gülünç bir şark tasvirinden sonra, "işte frenk şairinin gördüğü şark" der ve Avrupa'nın sömürgeleri olan şarkın Avrupa'nın beslenme ve zulüm kaynağı olduğunu haykırarak bu durumun değişeceğini "bıktık" kelimesini tekrarlayarak ifade eder. Bu garip doğu anlayışının sembolü hâline gelmiş olan Piyer Loti'ye:

"Hattâ sen

sen Piyer Loti!

Sarı muşamba derilerimizden

birbirimize geçen

tifüsün biti senden daha yakındır bize

Fransız zabiti!"
 
diye seslenerek onu Azade'yi unutmuş olan bir "şarlatan"a benzetir.

Halide Edib'in 1935 yılında yazdığı Sinekli Bakkal adlı eserinin kahramanı Peregrini'nin Osman adını alarak bir arka sokakta yerleşmesini İsmail Habib Sevük "insana ister istemez Pierre Loti'yi hatırlatıyor" diyerek yorumlar.30 Yeni Adamda çıkan Yunus Kâzım Köni'nin yazısında Halide Edib'in "bu romanda yarattığı tiplerle, İslâm dininin ve Şark kültürünün müdafaasını yüklenen yeni bir Pierre Loti" olduğu ileri sürülür. Bu değerlendirmede "kaderci, Müslüman camiasının emperyalist bir dünya tarafından ekonomik-politik boyundurukta tutulmasına yaradıkları için" romanı teşkil eden mahallî unsurlar romanın bütünlüğünün dışında sayılıp dökülerek şu hüküm verilir: "Amansız bir kasırga gibi dönen feleğin çarkından Loti de pek hoşlanırdı"

Sadri Ertem'de "inkılâpçı sanat" anlayışını ortaya koyarken Loti'nin anlayışına açıkça karşı çıkar: "Beni anlattığım inkılâpçı sanatı daha düne kadar, kamış kalemle gazel çiziktiren, sırtına şam hırkasını geçirerek mahalle kahvesinde laf atan, kafesli evlerin güzelliğine ve çarşafın şiiriyetine hayran Pierre Loti çocuklarından beklemek, papa hazretlerinde cazbantçılık ettirmek gibi bir şey olur. Çünkü onlar inanmadıklarını söyleyen bir tellâldan başka bir şey olamazlar. Halbuki eserin, eser olması için inanmak birinci şarttır. Bizim için lâzım olan sanat, havada dolaşan, havada yaşayan bir
mahlûk değildir."

Loti'nin Türkler hakkındaki yazılan mahallî renk arayan bir Romantik yazarın hayal gücüyle yeniden inşa ettiği sayfalardan oluşur. Bu yeniden inşa edişte hakim olan önemli özellik batı kültüründe çok önemli bir yer kazanmış olan orientalist bakış tarzıdır. Servet-i Fünun yazarlarının hem batı kültürüne büyük bağlılık duymaları hem de kendilerini ev içine hapseden sosyal şartlar dolayısıyla Loti'nin eserlerinde bir lezzet buldukları anlaşılmaktadır. Onlar İstanbul'a gelen mürebbiyelerde de Loti'nin eserleriyle beslenmiş bir zihniyet vehmetmişlerdir. Ömer Seyfettin Türkiye'ye bakarken Loti zihniyetinden kurtulamayan, her basit gerçeği kendilerince bir masala döndüren gülünç yabancılarla açıktan açığa alay eder. Loti'nin şiirinde kendi şiir anlayışlarıyla benzeşen yönlerine rağmen, Haşim, Loti zihniyetini devam ettiren ve doğuda gördükleri her şeye şaşan yabancılardan hoşlanmadığını açıkça söyler. Bu anlayışı Kenan Hulusi'nin her gördükleri eşyada mazinin yüceliklerini vehmeden, budala seyyah tiplerinde de bulmak mümkündür.33 Dünya yüzünde Türklerin tek bir dostu bile kalmadığına günlerde Pierre Loti yazarlarımız tarafından adına bir dernek kurulacak kadar yüceltilmiş ve onun şahsında insanlık kavramını sarılmak istenilmiştir.

Süleyman Nazif’in Loti günündeki konferansı ile işgal kuvvetlerinin dikkatini üzerine çekmesi çok anlamlıdır. Fakat Loti'nin eserleri gerçekten bu yazarlarımızı öfkelendirecek kadar rahatsız edici orientalist bir bakış taşımaktadır. Bunu marksizm ile birleştiren Nazım Hikmet'in "Piyer Loti" şiiriyle Avrupa'nın sömürgeci bakış tarzını yaygınlaştırmada bir alet olarak gördüğü Loti ve benzeri yazarlara hücumu son derecede tabiîdir. Çünkü Loti'nin tasvir ettiği uyuşuk insanların bir rüya âlemini devam ettirdiği uyuşturucu dünya modern dünya değildir. Bu âlem zaman zaman insanların özledikleri bir dünya bile olsa yazarlarımız ki buna şiirleriyle cevap veren Haşim'dir tepki göstermiştir.

Ahmet Hamdi Tanpınar mükemmeli arayan bir sanatçı olduğu halde Loti'de beğenilecek şeyler aramaya çalışır. Doğumunun yıldönümü münasebetiyle yazdığı yazıda onun "duyulan işleyişindeki kudrete" dikkati çeker ve bu duyuların büyüye dönüştürülerek okuyucuya yansıtılması üzerinde durur. Loti 'nin ressamlığı ve bundan doğan "garip bir renk anlayışı, daha iyisi çılgınca bir renk iştihası" ikinci özelliktir. Tanpınar, Loti'yi gittiği yerlerin kimliğine bürünmüş, daima kaçan, uzaklaşan bir dünya vatandaşı sayar: "Eğer bir numaralı dünya vatandaşı kimdir, diye arıyorsanız, her gittiği yerde, kıyafetini, adını, huy ve âdetlerini değiştirerek yaşayan, çok yerli aşk maceraları geçiren ve biraz kök salacağını anlayınca, gemisine veya trenine çünkü kara seyahatleri de yapar atlayan ve kaçan, bu geçen asır bahriyelisini unutmayın.

Loti, bizim Yunus gibi hep:

Bir mübarek sefer olsa da gitsem

diye düşünür. Fakat "kumlara gömülmek" için aradığı şey bir kâbe değildir. Bir nevi, neresi olursa
olsundur. O, mesafelerin çocuğudur ve gurbetin adamıdır."34 Bu yazı sanırım, Loti için yazılmış en güzel değerlendirmedir. Mütareke'nin acı günlerini hiç unutmamış olan Tanpınar'ın o günlerde bize karşı dostluğunu devam ettirmiş ve bunu açıkça yazılarıyla da yapmış olan Loti'ye karşı bir vefa borcu beslemekte olduğu anlaşılmaktadır.

Yakup Kadri Atatürk adlı monografisinde Atatürk'ün Loti tarzı oriyantalist bakıştan hiç hoşlanmadığını belirtir: "(...) ne Loti, ne de Loti gibi bizi acayip ve zavallı bularak seven frenk muharrirleri, Mustafa Kemal'in itibarını asla kazanamamışlardır. O, kendisini bir "Yeni Adam1 hissettiği ve Türk milletinden bir canlı ve ileri cemiyet çıkaracağını bildiği için, memleketimizi bir müze hâlinde görmek isteyenlere karşı, bize doğrudan doğruya düşmanlık edenlerden ziyade
kızıyordu."

Loti eserlerinden çok, Türklerin kendilerini yalnız hissettikleri bir zamanda bir dost sesi gibi görülmüş ve yüceltilmiştir. Ancak bu anlayış yabancılar arasında yaygınlaşınca, bu bakış tarzının sorumlusu olarak Loti görmüş ve zevk sahibi, bilinçli yazarlar onu suçlamışlardır. Loti, aslında öteden beri Batı edebiyatında ve Batılı seyahat yazarlarının eserlerinde görülen basmakalıp hayal dünyasından oluşan oriyantalist anlayışın dışında değildir. Bu anlayış bugünün en çağdaş sanılan yabancı hatta yerli yazarlarında bile devam etmektedir. Bugünden bakınca Loti, Türklerin tek tük de olsa dost sesine ihtiyaç duydukları günlerin ihtiyacına cevap vermiş bir romantik yazardır. Bugün onun sadece tarihî bir değeri bulunmaktadır.

Ek 1- Ömer Seyfettin "Bahar ve Kelebekler" adlı hikâyesinde kadınlarımızın ruhundaki Loti etkisinden söz eder.

""(...) Şimdi siz Frenk mürebbiyeler elinde büyüyor, kendi lisanınızın güzelliklerini tanımıyor; başka memleketlerin, başka şeylerini öğreniyorsunuz. Onlara benzemek istedikçe kendi benliğinizden uzaklaşıyor, etrafınızdan nefret ediyor, hakikaten sevinç ve saadetten mahrum kalıyorsunuz. Ah... At elinden o kitabı!

Esmer ve güzel kız yine gülümsedi:

-Peki, büyük nineciğim, dedi, bu kitabı atayım. Okumayayım. Sonra bize müebbet ve yıkılmaz bir hapishane olan bu sıkıcı evin içinde, bu sıkı mevkufiyetin yalnızlığı içinde çıldırayım mı? Okuyor, eğleniyor, biraz teselli buluyorum.

-Hayır kızım, okuyor, fakat eğlenmiyorsun. Gözlerini görsen... Bir bulut, bir sis içinde gibi! Bütün bütün fenalaşıyorsun. Bu kitaplar hep zehir, hep keder...

-Lakin söyleyiniz, okumayayım da ne yapayım?

Büyük nine düşünmeğe başladı; evet, ne yapsın? Şimdi hakikaten her taraf hapishaneye dönmüştü. Seksen sene evvelki hayatı birden hatırlıyordu; o vakit erkeklerden ayrı bir kadınlar âlemi vardı ki şimdi tamamıyla dağılmıştı. Bu âlem pek genişti. Binlerce kadınlar birbirleriyle konuşur, görüşür, eğlenirlerdi. Kendilerine mahsus eğlenceleri ve zevkleri vardı. Moda yoktu... Annelerinin esvaplarını kızlar giyer, büyük ninelerinin mücevherlerini torunlar takardı. Sırmalı, çedik pabuçlar, kırmızı feraceler... Ah hele kırmızı feraceler... Baharın yeşil çimenleri üzerinde, seyir yerlerinde kadınlar tıpkı bir gelincik çiçeği gibi parlarlardı. Hiç aralarında çirkin, yani zayıf ve hastalıklı yoktu. Erkekler yalnız kadınlarını tanırlar, işlerinden sonra erkence evlerine gelirler, zevcelerine doyulmaz aşk ve muhabbet sahneleri ibda ederlerdi... Kıraathaneler, gazinolar, birahaneler, kulüpler, tiyatrolar, kafeşantanlar, bekârhaneler, bütün bu Türk erkeklerini eşlerinden ayıran; zavallı Türk kadınlarını tenha evlerde unutulmuş bir bekçi gibi bırakan felâket mahalleri yoktu. Kadınlar erkekleriyle üzülmeden yaşıyor, sonra o vakit ki aşı boyalı büyük evlerin büyük sofalarında, havuzlu ve kameriydi bahçelerinde, bostanlarda, deniz kenarlarında, cesim ve nadir yalılarda toplanıyor, eğleniyorlar, mesut oluyorlardı. Ne oyunlar, ne âdetler, ne zevkler vardı ki bugün hepsi tamamıyla unutulmuştu.
 
Bugün Frenkçe okumak, mütemadiyen esvap değiştirmek, moda yapmak çılgınlıklarından, soğukluklarından, boş bir tekebbürden, mânâsız ve münasebetsiz bir tefevvuk iddiasından başka bir şey yoktu... Frenklik bir veba gibi içimize girmiş, yanaklarımızın allığını, dudaklarımızın tebessümünü silmiş, feracelerimizi parçalamış, pabuçlarımızı atmış, parmaklarımızı narin bir mercan gibi parlatarak güzelleştiren kınalarımızı bile ortadan kaldırmıştı. Eşyamızı, esvaplarımızı, evlerimizi değiştirirken ruhlarımızı da değiştirmişti. Her şey yalan, her şey sahte, her şey taklit oldu. Ananelerimiz öldü. Saadet uzak bir hayale, yetişilmez bir hülyaya inkılâp etti... Âdetlerimizle beraber sevinçlerimiz de söndü. Şimdi şaşkın ve mustarip bir nesil... Her şeyden nefret eden, her şeyi fena gören, her şeyi karanlık gören , bedbat, hasta, tedavisi imkân haricinde bir nesil... Ah şimdiki mariz ve müteverrim muhit...

Büyük ninenin gözleri kapanıyordu. Seksen sene evvelki saadetlerin bugünkü ıstıraplarla seri ve ani mukayesesi zihninde şedit bir yorgunluk husule getiriyor, onu hâlâ yaşadığına müteessif ediyordu. Genç ve esmer kız yüz yaşma girmeğe birkaç adımı kalmış olan bu annesinin annesinin annesinin annesine, bu mükerrer büyük ninesine dalgın dalgın bakarak onun zamanındaki kadınların saadeti ne olabileceğini tahayyül ediyordu. Fakat bunu bulamıyordu"(...)

Ek 2-"İddia ediyordu ki, biz kendimizi tanımıyoruz; en güzel, en zengin, en bediî sokaklarımıza pis diyoruz. Artık güzellikten mahrum Avrupa binalarına, muazzam caddelere; tabiatı öldüren hendese çizgilerine kıymet veriyoruz. Rumlara hiddeti, garez derecesini geçiyordu. Beyoğlu'ndan öyle nefret etmişti ki: 'Ne iğrenç garp karikatürü, yarabbü' derken âdeta sarararak tiksiniyordu. Kafası Loti'nin muhayyilesiyle doluyordu. Bizim sefalet, vahşet, cehalet dediğimiz perişanlıklarımıza o 'harika!' diyor, bu nihayetsiz mezbeleler, baykuşlu viraneler karşısında nasıl olup da bediî bir heyecan duymadığımıza şaşıp kalıyordu. Nihayet kendisinin, Avrupalılaşmamış bir Türk evine götürülmesini benden rica etti. Aklıma birdenbire Karagümrük'te oturan ihtiyar sütannem geldi. Bu gayet sofu ve gayet stoik, gayet muhafazakâr bir kadındır, kendinden büyük eski Arap halayıkçığı ile oturur, kocasından kalan ufacık bir iratla rahat rahat geçinir.

-Öyleyse sizi hiç Avrupalılaşmamış ihtiyar bir dulun evine götüreyim, dedim. (...)

Böyle ansızın gitmek, alaturka evde tekliflere, tekellüflere meydan bırakmayacak, tabiatı, pitoreski, bu Şark meftunu Frenge olduğu gibi gösterecektim. Sermet, zavallının sevincine gülmekten katılıyordu. Ona veda ettik, bir arabaya atladık. Beyazıt'ta indik. Frenkçiğe bir dükkândan ciğer gibi kıpkırmızı bir fes aldık. Kalıplattık. Tramvaya binmek istemedi:

-Buradan aşağı hep Türk mahallesi mi, dedi.

-Evet, hep Türk mahallesi.

-O halde rica ederim yayan gidelim.

-Pekâlâ... dedim.

Yangın yerlerinden yürüdük. Sisli bir hava, bulutlu, karanlık bir sema, harap evlerin, tenha viranelerin sükûnuna sanki acı bir hüzün karıştırıyordu. Yolda ona talimat verdim. Sütanneme kendisi için Çerkez diyecektim.

Vakıa o horozdan kaçan bir kadın değildi. Fakat belki bir Hrıstiyanın yanına çıkmak istemezdi. Bu basit entrika genç Frengin muhayyilesini daha beter alevlendirdi. Bir tarafa çarpılmış siyah, çürük, tahta evler, yıkık duvarlar, sökük çatılar karşısında duruyor, 'oh ne manzara, ne manzara1 diye bir türlü ayrılamıyordu. İki saatte eve gelebildik. Bu, üç katlı, ahşap, biraz viranca bir binadır."(…)

"İçeri girdik. Temiz, fakat karanlık taşlıktan geçerek koca bir merdivenden çıktık, misafir odasına genç Frenk bayıldı. Yerde güzel bir Acem halısı yayılıydı. Duvarlar merhum hattat süt babamın yadigâr bıraktığı- levhalarla süslenmişti.

Yastıklarına fes rengi perdelerin düştüğü sedirler kırmızı velansalarla örtülüydü. Karşı karşıya oturduk. Kafeslere hayran oldu.
Âdeta kendimi bir rüyanın içinde sanıyorum! dedi.

Sütannem gelince, benim gibi elini öptü. Ara sıra başındaki fesi unutuyor, gayri ihtiyarî reverans hareketleri izhar ediyordu.(...)

"Sözde bu Çerkez misafir, hacca gitmek için İstanbul'a gelmişti. Sütannem, hac vakti olmadığını hatırlatınca, ona da bir kulp buldum. Maksadı daha evvel davranıp İstanbul'da biraz Türkçe öğrenmekti.

Ah, bu yaşta hacı olmak, ne mutlu, ne mutlu! Dansı senin başına! diyordu.

Amin, amin!...

Frenk, ağzımdan çıkan bu kelimeyi birdenbire tanıyor, aşinalığını göstermek fikriyle kendi şivesiyle tekrarlıyordu:
Amen, Amen!.. (...)

"Sofraya oturunca, frenkin bütün bütün bediî heyecanının içinde gaşyoldu. Yalnız yabancı misafirlere çıkan gümüş sini, zavallıyı deli edecekti. Çatalı bırakıyor, sütannem gibi eliyle yemeğe çalışıyordu. Ben vazgeçirdim. Elle yemek yalnız ihtiyar kadınlara mahsus olduğunu söyledim. Dünyanın en rahat vaziyeti bağdaş kurmak olduğunu iddiaya başlarken sofradan kalktık. Kahvelerimizi içtik. Süt babamın kütüphanesinde yadigâr gibi duran eski yazma kitapları misafirime gösterdim. Nakışlara, ciltlere, minyatürlere hayran kaldı. Uyku zamanı gelince, onu Karanfil'le beraber, en üst kata çıkardım. Yatağını bahçe üstündeki odaya yapmışlardı. Ayakyolunu falan gösterdim. 'Bonsuvar' dedim. Ben de orta kattaki odaya çekildim. Gece fırtına çıktı. Şiddetli bir yağmur yağdı. Sabahleyin gayet güzel bir have açılmıştı. Frenk'i uyanmış, giyinmiş buldum. Yatağın içine oturmuş bir şeyler yazıyordu." (...)

Aşağı indik, sabah kahvelerimizi içtik. Sütannemin ellerini öptük. Bu Frenk'i, daha beter şark pitoreskinin içine batırmak için yayan olarak Fatih'e götürdüm. Camiin karşısındaki kahveye oturduk. Birer nargile ısmarladım. Dışarı üflemesin diye evvelâ ehemmiyetle içmek ameliyesini öğrettim. Keyiflerimiz gelmeye başlıyordu. Zavallıyı yine azıttırmak, coşturmak için:

-Azizim, şu karşındaki mabede bak, dedim, ne letafet, ne mehabet, değil mi?

Frenk gülümsedi, o kadar müteheyyiç görünmedi. Daha dün yıkık çeşmelerin, eğrilmiş duvarların huzurunda deli gibi çırpınan bu adamın kayıtsızlığı tuhafıma gitti. Sordum: -Bu abideyi beğenmediniz mi, yoksa?

-Bu, bu mabet hiç, diye mavi gözlerini küçülterek tekrar gülümsedi. -Ne demek hiç? Bu, İstanbul'un en muazzam bir abidesidir... -Bu hiç... Bu mabet hiç... -Ne demek?..

-Ben, ondan daha mühimini gördüm. -Olamaz, dedim, ne vakit gördünüz?

-Bu gece...

-Rüyanızda mı?

-Hayır...

(...)

Piyer Loti'nin göremediği bir şeyi! Hiç bir Avrupalının tanımadığı bir sırrı...

Gülümsüyordu:

-Evet, ben sizin gizli mabedinizi gördüm... (...)

-Nafile, saklıyorsunuz. Ben gördüm işte!... Asırlardan beri Avrupalıların gözlerinden sakladığınız mahrem mabedinizi, hususi mabedinizi bu gece gördüm.

-Ama emin olunuz, bu sini muhafaza edeceğim. Paris'e gidince gazetelere yazmayacağım, defterimde mukaddes bir şey gibi bu hatıra saklı kalacak.

(...) okumaya başladı:

..Sabah! Büyük bir heyecan, bir haz içinde şu satırları yazıyorum. Dün Sermet'in takdim ettiği bir Türkle bu İstanbul'un en meçhul yerine geldim. Meğerse Jacques Casanova, Pierre Loti filan konaklarla yalıların selâmlık dairelerinde birer kahve içmekle Şark'ı gördük sanıyorlarmış. Asıl Şark görünmeyen tabakalarda. Ben işte hiç bir Avrupalının göremediği şeyi gördüm. Burası ihtiyar, dul bir kadının evi. Gayet dindar bir kadın. Evin içi, sofra takımı, âdet, tarzlar, hâsılı her şey hiç bozulmamış... Tamamıyla alaturka. Gece beni en üst katta bir odaya yatırdılar. Sabahleyin gayet erken uyandım. Yataktan kalktım. Garip bir tecessüs içimi yiyordu. Ayaklarımın uçlarına basarak dışarı çıktım. Karşıda bir oda vardı. Kapısı aralıktı. Yavaşça ittim. Bir de ne göreyim? Gizli bir aile mabedi...

Beyaz perdeler inik. Aralarından soluk bir aydınlık giriyor. Duvarlarda birçok büyük levhalar asılı. Köşelerde ağır, ceviz ağacından yapılmış, demir çemberli mezarlar duruyor. Şüphesiz bu mezarlarda sevgili ölülerin mumyalan var. Bir tanesini açmaya çalıştım. Mümkün değil, kilitli. Sonra yerde irili ufaklı birçok kaplar duruyor. Bazıları bakırdan, bazıları porselenden. İçlerinde kıymetlileri var. Meselâ kapının hizasında, birinci mezarın önündeki gayet kıymetli, etrafı altınla yaldızlanmış bir kap. Köşedeki yeşil bir vazo... Kim bilir nasıl bir topraktan yapılmış, mabedin içinde, mânâsını anlayamadığım bir nispet dahilinde ipten birtakım dullarla zaviyeler gerilmiş. Bu mukaddes zaviyelerin üzerinde şüphesiz ölülere ait olan birtakım relique'ler asılı. Kaplarda mukaddes sular duruyor. Bazısında taşacak derecede çok. Mekke'nin, Medine'nin, kim bilir hangi meçhul, hangi mukaddes köşelerinden gelen bu esrarlı, bu mukaddes sulardan tattım. Biraz kekremsi... Kapların dibinde hafif ama gayet hafif bir toprak tortusu var. Her kaptan içtim. Hepsinin tadı var. Kalbim çarpmaya başladı. Memnu bir mabede girmiş bir küfürbaz , bir hain, bir kâfir heyecanıyla dışarı çıktım. Sanki bu mezarlar birdenbire açılacak, içlerinden yüzlerce sene evvel ölmüş ihtiyar Türkler kavuklarıyla, yatağanlarıyla kalkıp üzerime yürüyecekler sandım. Sanki duvarlardaki levhalar sallandı. Mukaddes kapların içi çalkandı. Sanki o an bir deniz olacak, oralarda beni boğacaklardı. Bu mukaddes suların hiddetini, sükûtunu, ulviyetini şimdi içimde duyuyor gibi oluyorum.

Esrarlı, müphem bir rehavet, bir ateş damarlarıma yayılıyor. Beynimde karanlık, meçhul bir kubbenin derin akislerini işitiyorum. Öyle anlatılmaz bir heyecan duyuyorum ki..."

"Kendimi tutamadım. Öyle bir kahkaha attım ki... Frenk, marpucunu elinden düşürdü. Az daha nargilesi devrilecekti. Sabah keyfini çatmaya gelmiş müşterilerin afyonlarını patlattım. Dik dik yüzüme bakıyorlardı.

Frenk sordu:

-Neye gülüyorsun?

-Ayol, sen gizli mabede girmemişsin, dedim.

-Ya nereye girmişim?

-Sütannemin sandık odasına!

-Sandık odası mı?

-Bizim evlerde komod, aynalı dolap filan yoktur. Eşyalarımızı birer sandıkta, sandıklar da birer odada durur. O mezar zannettiğin demir çemberli ceviz tabutlar, bizim çamaşır sandıklarımızdır.

-Ya duvardaki levhalar?..

-Sütbabamın eserleri... Yadigâr diye sütannem satmıyor.

Frenk inanmıyordu. Ben hâlâ gülüyordum.

-Ya ipten yapılmış hendesî şekiller? O reliqueler?.

-Yağmurlu havalarda çamaşır asmaya mahsus ip. Zaviyeler, müsellesler, tesadüfen teşekkül etmiş; relique zannettiğiniz de kullanılmayan esvaplar...
Frenk yine inanmıyordu. Mavi gözleri birdenbire bulutlanmıştı. Yalanımı yakalamış gibi başını salladı:
-Ya o mukaddes sular?.. Onlara ne diyeceksin azizim?... dedi.

-Gece yağmur yağdı. Sütannemin sandık odası, bildim bileli akar. Tavandan damlayacak yağmur sulan yerleri ıslatmasın diye geceleyin Karanfil, o kaplan odaya sıra sıra dizmiş olmalı... dedim.
( )
"Müfide Hanımefendiye" ithaf edilen bu hikâye 1919'da yazılmıştır.

Ek 3- "İstanbul Hakkında Bir Ecnebi ile Muhavere" "senelerden beri okuduğunuz şeylerle, İstanbul'u uzaktan, mavi bir hayal şehri hâlinde görüyordunuz."

"Niçin, sualime hayret ettiniz? Size itiraf ederim: Biz, hayreti hepinizde göre göre, ilk zamanlarda zekâlarınız hakkına ne düşüneceğimizi bilmez olmuştuk. Ne kadar sade şeylere hayret ediyordunuz. Fakat zamanla alıştık, kuşta kanat, ağaçta yaprak ve suda parıltı gibi bizce 'hayret' artık sizin başlıca vasfınızdır. Avrupalıyı biz şimdi her şeye hayretinden tanırız. Size sualimi anlaşılacak bir hâle getireyim: ruh, yaşamak için değil, fena yaşamak içindir belki. Onun için, sırtta kambur, ayakta topallık, gözde arıza ne ise, vücut için de ruh o demektir. Daha sade bir lisanla söyleyeyim: Ruhu olan bir vücut, böğürtlen dalları nevinden dikenli ve yumuşak bir daldır. Hayat ise bildiğiniz ipekten namütenahi bir havadır. Dal sallanmak istedikçe namütenahi ve şeffaf ipekler yırtılır. Şimdi, hayat ve ona benzeyen hayal sislerinden ruhu salimen geçirmenin harikulade müşkilâtını belki daha iyi anladınız. Ne saadet ki herkesin ruhu yoktur. Eğer öyle olaydı nelerden mahrum olacaktınız, sular ebediyen balıkların ve hava daima kuşların olacaktı ve insan cinsi, muhkem duvarlarla çevrilmiş dar şehirler içinde, mermer ve ziya oyunlarıyla ve hayalî hatlar tertibiyle yalnız maraz-ı ruhun tenebbütüyle meşgul olacaktı. Fakat ne yazık ki, bazılarınında bir tek ruh yerine birçok ruhlar var. Şehrayin geceleri gibi, bir küme ruhun ateşleriyle yanan gözler hiç görmediniz mi? Ben gördüm. Ruh meselesi, fennin tekemmülünden, son zamanlarda hayli müstefid olmuştur. Kör bağırsak gibi erken davranmak şartıyla, ruh, şimdi mekteplerimizde suhuletle çıkarılıyor ve vücut, hayat için salim bir hâle getiriliyor. Ruhsuzlara yine mekteplerimizde diş gibi, suni ruhlar da takılabiliniyor. Bu usulden son senelerde şiirimiz ne kadar istifade etti.

(...)
"İstanbul'u anladığınız gibi anlamakta haklısınız. Bu şehrin medenî insana bahşedeceği hiç bir suhulet yoktur. Sizden bu şehri sevmiş olanların hiç biri medenî değildi. Medenî, biz, ruhu olmayanlara veya onu çıkartmış olanlara deriz. Gerard ve Nerval, Chateaubriand, Gautier, Loti, Farrere, Re"gnier ve diğerleri, bunlar bizim nîm meczub dervişlerimize benzer adamlardı ki, arzın gurbet yollarında dolaşa dolaşa, bir akşam, manzaralarına, selvilerin pür-şaşaa altın ufuklar gibi saplandığı bu azîm kubbeler şehrine vâsıl oldular ve aradıkları vatanı nihayet bulmuş oldular. Pekin'i, Tokyo'yu, Benares ve Semerkand'ı da gören bu adamlar, oralardan ayrıldıktan sonra mabetleri, kuleleri, Asyaî ıtırları, incileri ve ilâhî raksları unuttular, fakat hayatlarının sonuna kadar daüssılasını çektikleri yegâne memleket, bu minare ve gurub memleketi olmuştur. Onun için biz onları bizlerden biliriz.

Elbette gördüğünüz İstanbul'un sizin için yapılmış bir tarafı da vardır. Tabiî İstanbul'da siz de oralarda ikamet ettiniz.O tarafın medeniyet müteahhitleri Rum meyhanecileri olduğu için, vücuda getirilen şey, maatteessüf karaya çıkan gemicilerinizi bile memnun edecek gibi değildir. Bundan biz de mahcubuz. Zamanımızda, Galata ve Beyoğlu taraflarında ıtriyatçılık, pastacılık, meyhanecilik ve buna benzer işler yapan hilekâr Ulis'lerin çocuklan, medeniyetinizi, zevklerinizi ve ihtiyaçlarınıza anlamakta bizi bile hayrette bırakan bir belâhat gösteriyor. Bunların zannına göre siz, haşerât-ı leyliye gibi, bir sıra lambanın ışığıyla avlanırsınız ve başlıca zevkiniz, mest-i lâyukal olmak ve gecenin yollarında yuvarlanıp naralar atmak ve nihayet ilk mihmanperver hanenin bir yatağına düşüp ikinci günün zevaline kadar horlamaktır. Bilmem hatırlıyor musunuz? İlk geldiğiniz günler, karşı sahilin misafirperver halkı, size gurbetin acılarını unutturmak ve geldiğiniz yerin hiç de sizin memleketinizden geri olmadığım anlatmak üzere, sizde farzettikleri bu zevki memnun etmek için, umumen sarhoş olup sokaklara döküldüler ve sabahlara kadar pencerelerinizin altından, takım takım bağırıp geçtiler. O günler bilmem hatanızda mı?"

(...)
"Asıl İstanbul'a gelince, bu bir şehir değildir, bir zehirdir. Bu zehri ne sihirbazlar, ne müneccimler yaptı. Fakat daha vâsi ve daha karışık bir cehennemi aletin inbiklerinden damla damla akıp birikmiştir. Bu emsalsiz zehrin rengi yalnız akşamları tekasüf ederek görünür bir hâle gelir ve selvilerden, damlardan, bacalardan, kubbe ve minarelerden yükselerek havada keskin altınlar, karanlık bakırlar ve erimiş gümüş renklerine karışmış kızıl ve lâcivert bulutlardan bir âlem vücuda getirir. Zehrin tesiri haricinde kalan karşı yaka halkı, gurup saatlerinde, bu zehrin buharlarını korku ve hayretle, uzak teraslarından seyrederler. Belki bunu siz de seyrettiniz.

İstanbul'un yerli halkı, bu zehirle yaşar ve onunla ölür. Yaşamak? Bu kelimede anlaşmalıyız. Siz afyonkeşlere yaşıyor der misiniz? Biz onların en yüksek bir hayatın münhanileri fevkinde yaşadıklarına kailiz. Onların şeffaf tenleri, solgun renkleri ve yanan büyük gözleri, ruhun tenebbüt ve tekessürü bahasınadır. Biz düşünürüz ki "sıhhat”la hayvanlığa doğru gidilir; ruhun yolları ise bu istikametin aksinedir.

Zehrin tabahhur dakikası, akşamdır, demiştim. Filhakika İstanbul'da, azamî hayat sıtması o saatle başlar. Çehreler çekilir, renkler uçar ve gözler, içeride yaşayan harikulade bir hayatın parıltısıyla genişler, genişler... Bu mehîb fedanın san havası içinde insanların bin istikamete doğru kaçışır gibi gittiklerini ve kapıların açılıp kapandığını, kafesler arkasında bir ikinci hayatın başladığını gören ve hisseden bir yabancının o sırada yaptığı şey, ekseriyetle, ilk bulduğu vasıtaya tırmanıp, bu zehirli gaza benzeyen esrarengiz havanın haricine kendini atmaktır. Fakat aziz yabancı, zannetmeyiniz ki, İstanbul o saatte başka suretle tehlikelidir, son zamanlara kadar İstanbul, hiç bir saatte tehlikeli değildi, İstanbullular, muhabbet ve merhameti, çember-i hayat içinde yaşayan bilcümle mahlûkata teşmil etmişlerdir. Hiç kimse kaçışmıyor; fakat bütün bir gün zehrini sindiren halk, ferda için zehr-i muhitten yeni gıdasını alıyor.

Onun için hepimizin rengi solgun ve sıcaktır ve onun için size dar görünen evlerimiz bize munis ve geniş görünür ve bozuk yollarımızın taşlan ayaklarımızı hiç yormaz. Soruyorsunuz ki neden geceleri evlerimizden çıkmayız, neden sokaklarımız, karanlık basar basmaz ölü ve ıssızdır. Mecbur olmasaydık gündüz bile çıkmayı istemezdik. Hariçte birbirimizden dileneceğimiz hiç bir saadet yoktur.

Biz işte bu garip zehrin havasıyla yaşarız.. Musikimiz bu derunî zevkin tesiriyle ruhun yollarını bulmayı bilir. Kadınlarımızın örtüsü onun için Finikeli Zühre'ninki gibi sihirlidir. Çarşaf altında her kadınımız güzeldir, ninelerimiz bile gençtir. Bugüne kadar kadınlarımız, bilâ-istisna, dünyanın en güzel kadınları zannedilirdi, çünkü çarşafın sihrine bürünmeden ziyaya çıkmazlardı. Fakat vakta ki bu müheyyiç mahremiyetlerinden çıktılar, siz yabancılar, çirkinlik nispetinin bizde yüzde doksan beş olduğunu hayretle gördünüz ve bu inanılmaz şeyin son senelerde semavî bir felâketin bu yerlere müstevli olduğuna bir işaret gibi tefsir ettiniz. Zira bilâ-istisna çirkin tasavvur edemediğiniz Türk kadınının, her yerde olduğu gibi ekseriyetle çirkin olduğunu görünce bunu birden hâsıl olmuş esrarengiz bir tereddidir sandınız ve bugünkü kadınımıza acıyarak mazisini bir efsanevî devir gibi hasretle tahayyül ettiniz."

"Ben zehirlenenler nâmına, emsalsiz zehrin zevkini bilenler nâmına size bunları söyledim. Bir başkasıyla bu bahse dair görüşseydiniz ihtimal size büsbütün başka şeyler, tamamen anlayacağınız başka şeyler söyleyecekti. Beni anlamanız için bir ruhunuz olmalıydı ve o ruh, hemşehrimiz Loti'nin ruhu gii şifa bulmayacak tarzda zehirlenmiş olmalıydı. Halbuki altın gözleriniz zehri kabul etmeyen bir uzviyetin üstünden bana bakıyor. Ne yazık..."

Ek 4-
"Seyahat, bir ehliyeti "deha" mertebesine bile çıkartabilir. Edebiyatta bunun misalleri sayısızdır: Fransız edebiyatında hepimizin isimlerini bildiğimiz Chateaubriand ve son asırda Loti, münhasıran seyahatin tekevvün ettirdiği birer dehadır, memleketinden çıkmamış bir Loti'nin ne olacağını tasavvur etmek güçtür"

Ek 5
"Loti'nin herhangi bir bediî harsdan mahrum olduğunu anlamak için onun bu husustaki itirafatını işitmek lâzım değildir; elimizde bulunan bütün eserleri bu şairin sanat kavaidine ve edebî ananelere ne kadar bîgâne olduğunu isbata kâfidir. Zira bu eserler o nevi eserlerdendir ki onlara şimdiye kadar malum ve müdevven düsturlara göre şu veya bu tarzdadır demek ve müellifin hangi mesleğe mensup olduğunu tayin etmek kabil değildir. Pierre Loti'nin eserlerinin şekli ve nevi muayyen olmak şöyle dursun hatta milliyeti bile belli değildir. Lisanı kendinden evvel gelmiş geçmiş veya kendi zamanında yasaya naşirlerin hiç birine benzemez, bu lâyettayin herhangi bir 'insan'ın bağrından çıkan ve hiçbir kamusta yeri bulunmayan birtakım sedalarının, feryatların, hıçkırık ve giryelerin bir musiki hâline girdiği etsiz ve kemiksiz bir lisandır. Onu bazen ummanın ortasından, bazen çöllerin içinden, gâh cümudiyelerin sislerinden, gâh sıcak ve şeffaf şarkın aydınlıklarından işitiyoruz. Rüzgârın pencerelerimize çarpması, dalgaların uzaklardan haykırışlarını ve bâdiyelerdeki ezelî sükût bize hangi dille, neyi söylerse Pierre Loti de o dille, onu söyler. Bu itibarla Loti denilebilir ki millî olmak şöyle dursun hatta insanî bile değildir; zira, nice büyük insanların yetişemedikleri o derin ve yüksek hassasiyet mıntıkalarında onun o cüretkâr, o baş döndürücü seyranları bize hilkatin henüz keşfedilmemiş esrarını düşündüğümüz zaman ruhumuzu alt üst eden hayret ve herasa mümasil bir heyecan verir. Pierre Loti tabiatın ruhudur; o cemadâtın içinde ve cemadât onun içindedir ve merî kâinatın hudutları nihayete erdiği yerlere kadar Loti'nin sesini duyarız. Lâkin en çok vakfettiği ve bize en yakın göründüğü, bir 'ademle vücut'un birleştiği mühlik noktadır. Ve sanatının sırrı fanilere en ziyade burada ayan olur. Pierre Loti 'ademle 'vücud'a, 'cisim' ile 'ruh'a müşterek bir lisan bahşeden ve bu iki zıt şeyi birbiriyle karıştıran ilk Âdem oğludur. Onun indinde bir billur hokkanın üzerindeki parıltı ile en uzak yıldızdan bize gelen ışık arasında hiçbir fark yoktur. Eşyanın en âdi, en naçiz bir cüzî ile lâyetenâhiyetin nâmerî tecellileri hep aynı lisanı söyleyen ve yanı mahiyeti hâiz olan bir 'kül'dür. Pierre Loti'ye gelinceye kadar hiçbir sanatkâr dünyanın bediini bu kadar kâinatşümûl bir mertebeye vardıramamıştı. Bu acayip mahlûkun halkettiği âlemde, bizce güzel; ulvî ve mehîb olan şeyler ne kadar basit, ne kadar küçük ve hiç görünürler; aşklarımız ne kadar vâhî, raşelerimiz ne kadar geçici ve korkularımız ne kadar çocukçadır! Eski şark mutasavvıflannca kendisine 'ârif-i billah' namı verilen bir nevi insan enmuzeci vardır; bunlar okuyup yazmadan âlim olurlar, gezip görmeden bilirler ve nazm-ı vezin kavaidine hiç aşina değilken birçok şiirler inşad ederler. Pierre Loti'yi eğer bir nevi insanlar arasına sokmak lâzım gelirse mutlaka abâbe-dûş dervişler sırasına sokmalıdır. Ve onun irfanına ruhun görgüsü veya ezel şarabının neşvesi namını vermelidir. Zira, bu şair öyle şeyler biliyor ki henüz kitaplarda yazılmamıştır; zira, bu seyyah öyle yerlerde dolayışıyor ki henüz hiçbir kâşifin ayağı basmamıştır.
Ne yazık ki, birçoklarımız bu büyük ve harikulade adamı yalnız Aziyade ile Dezanşante'lerin muharriri olarak tanıyor. Loti bu gibi eserlerinde bize umman kadar nihayetsiz olan ruhunun ancak bir mevcesini göstermiştir. Ve biz bu mevceyi siyah servilerle beyaz minarelerin inikasına cilvegâh olduğu içindir ki tatlı bulmuşuzdur(...)"

Ek 6
"Esrar!

Tevekkül!

Kısmet!

Kafes, han, kervan şadırvan!!

Gümüş tepsilerde rakseden sultan!

Mihrace, padişah,

bin bir yaşında bir şah.Minarelerden sallanıyor sedef nalınlar,

burunları kınalı kadınlar

ayaklarıyla gergef dokuyor.

Rüzgârlarda yeşil sarıklı imamlar ezan okuyor!"

îşte frenk şairinin gördüğü şark!

İşte dakikada 1.000.000 basılan

kitapların

şarkı!

Lâkin ne dün

ne bugün

ne yarın

böyle bark yoktu, olmayacak!

Şark üstünde çıplak esirlerin

aç geberdiği toprak!

Şarklıdan başka herkesin orta

malı olan memleket! Açlığın

kıtlıktan öldüğü diyar!

Ağzına kadar

buğdayla dolu ambar!

Avrupanın ambarı!

 Asya!

Amerikan dretnotlarının tel direklerine senin

Çinlilerin

uzun saçlarından

sarı mumlar gibi asıyorlar kendilerim!

Himalayanın

en yüksek

endik

en karlı tepesinde

Britanya zabitleri cazbant çaldırıyorlar, kara

tırnaklı ayaklarını daldırıyorlar, Paryaların

beyaz dişli ölülerini attığı Ganja! Anadolu

baştan başa Aristrongun

talim meydanı oldu! Asyanını

bağrı doldu! Şark yutmayacak

artık!

Bıktık be bıktık!

İçinizden biri can

verebilse bile

açlıktan ölen öküzümüze,

burjuvaysa eğer

gözükmesin gözümüze!

Hattâ sen

sen Piyer Loti! San muşamba

derilerimizden birbirimize geçen

tifüsün biti

senden daha yakındır bize

Fransız

zabiti! Fransız zabiti sen,

o üzüm gözlü Azadeyi bir orospudan

daha çabuk unuttun!

Kalbimize diktiğin

Azadenin taşını bir tahta hedef

gibi topa tuttun! Bilmeyenler

bilsin:

sen bir şarlatandan başka bir şey değişin!

Şarlatan!

Çürük Fransız kumaşlarını yüzde beş

yüz ihtikârla şarka satan:

Piyer Loti!

Ne domuz bir burjuvaymışsınız meğer!

Maddeden ayrı ruha inan saddım eğer,Şarkın

kurtulduğu gün

senin ruhunu

küprü başında çarmıha gerer

karşısında cıgara içerdim!

Ben elimi size verdim, size

verdim biz elimizi

kucaklayın bizi

Avrupanın sankülotlan!

Sürelim yan yana bindiğimiz al atlan!

Menzil yakın bakın

kurtuluş günü artık sayılı

Önümüzde şarkın kurtuluş yılı bize kanlı

mendilini sallıyor.Al atlarımız emperyalizmin

göbeğini nallıyor.


Ek-7
Avrupa müzelerinde ve tarih kitaplarında teşhir edilen 'Grand Turc' ve Yeniçeri tasvirleri, birçok safderunlara, ancak mehip kavukları, kaini kuşaklan ve buna takılı duran kıvrık yatağanlarıyla haşyet yermektedir. Dişi tırnağı sökülmüş, inhitat Türkiye'sini de Pierre Loti cinsinden frenk muharrirleri, bir fes, peçe, sarık, kafes ve nargile dekoru içinde seyredip anlattılar. Yıkık duvarlarla çevrilmiş çökük mezarlıklar; çınar altı kahvelerinde uykuya dalmış afyonkeşler; mezbele sokakların uyuz köpek sürüleri; bekçilerin, "Yangın var! naraları... İşte, dostumuz Pierre Loti'nin müdafaa ettiği, "Dokunmayın!" dediği Türk dünyası, bu çapaçul, bu zavallı şeyden ibaretti. Pierre Loti, Madagaskar zencilerinden, Seylan maymunlarından ve Havai adalarındaki kelebeklerden de bu sevgi ve alâka ile bahsetmiştir. Çünkü, onun bezgin ve endişeli ruhu, kendini avutmak için yeryüzünde arkaik ve pitoresk manzaralar keşfine çıkmış bulunuyordu". (Son cümledeki yorumun Tanpınar'ın Loti yorumuyla benzeyişi dikkat çekicidir.)





 
Bu site Kültür ve Turizm Bakanlığı Bilgi Sistemleri Dairesi Başkanlığı tarafından hazırlanmıştır.
Bu sayfa 9174 kez gösterilmiştir.