Uygarlığın Doğduğu Şehir: Şanlıurfa
Plastik Sanatların Şanlıurfa'daki 11.000 Yıllık Öyküsü İnsanlığın
tarihi ile birlikte başlayan sanat, “Bir duygunun, tasarımın veya güzelliğin
anlatımında kullanılan yöntemlerin tamamı veya, bu anlatım sonucunda ortaya
çıkan üstün yaratıcılık” olarak yorumlandığı gibi “Belli bir uygarlığın veya
topluluğun, anlayış ve beğeni ölçülerine uygun olarak ortaya koyduğu anlatım ”
olarak da tarif edilmiştir. Bu anlatım biçimi, sesler ve sözler aracılığı ortaya konulduğunda, içerisinde
müziğin yer aldığı fonetik sanatlar; hareketler aracılığı ile ortaya
konulduğunda tiyatro, bale, pandomim gibi ritmik sanatlar; yazı yoluyla ortaya
konulduğunda, hikaye, şiir, roman gibi edebi sanatlar; maddeye biçim verilerek
ortaya konulduğunda, mimarlık, heykel, kabartma, resim minyatür, hat ve tezhip
gibi plastik sanatlar; teknik cihazlar vasıtasıyla ortaya konulduğunda, sinema
ve fotoğraf gibi görsel sanatlar olmak üzere birçok güzel sanat dallarına
ayrılır. Bu güzel Sanat dalları içerisinde en geniş grubu oluşturan “Plastik
Sanatlar”ın Şanlıurfa’da tarih öncesi çağlara kadar dayanan çok eski bir geçmişi
vardır. Dünya kültür ve medeniyetinin doğduğu topraklar sayılan ve arkeoloji
literatüründe “Bereketli Hilal” olarak adlandırılan bölge üzerinde yer alan
Şanlıurfa, ayrıca zengin Anadolu kültürü ile Mezopotamya kültürünün kesişme
noktasında bulunma şansına sahip olmasından dolayı, zengin bir kültür birikimini
sinesinde barındırmıştır. Tarihi bir süreç içersinde gelişim izleyen Şanlıurfa plastik sanatlarını;
İslâm Öncesi, İslâm Devletleri Dönemi ve Cumhuriyet Dönemi olmak üzere kabaca üç
başlık altında incelemek gerekmektedir. Ancak bu araştırmada, Cumhuriyete kadar
olan dönem incelenmeye çalışılmıştır. 1. İslâm Öncesi Şanlıurfa Plastik Sanatları Şanlıurfa’da heykel, kabartma, resim ve taşsüsleme sanatlarının kaynakları
Neolitik Çağ’a kadar (M.Ö. 10.000-5000) inmektedir. Son yıllarda Nevalı Çori ve
Göbeklitepe’de yapılan arkeolojik kazılarda bulunan ve M.Ö. 9000 yıllarına
tarihlenen insan ve hayvan heykelleri, kabartmaları aynı zamanda Anadolu’nun en
eski plastik sanat örnekleridir. Neolitik Çağ’ın Akeramik evresine tarihlenen bu
eserler içerisinde bilhassa Göbeklitepe tapınaklarındaki taş steller üzerinde
yer alan aslan, domuz, kurt, tilki, yılan, turna kuşu gibi hayvan kabartmaları
ile buradaki bir tapınağın döşeme taşlarından biri üzerinde yatar vaziyette,
vücut kontürleri kazınarak çizilmiş çıplak kadın figürü, Nevalı Çori
tapınaklarında bulunmuş at, kurt, pelikan, kertenkele heykelleri ve
kabartmaları, el ele tutuşarak danseden kadın-erkek kabartması 11000 yıl öncesi
resim sanatının ne denli ileri bir düzeyde olduğunu göstermesi açısından büyük
değer taşımaktadır. Balıklıgöl çevre düzenleme projesinin Kent Platosu kesiminde, 1993 yılında
yapılan hafriyat sırasında bulunan ve Şanlıurfa Müzesi’ne götürülen yaklaşık 2
m. boyundaki erkek tanrı heykelinin Neolitik Çağ’a ya da İbrahim Peygamber’in
yaşadığı Babil Çağı’na ait olduğu tahmin edilmiştir. İnsanların avcı ve göçebelikten kurtulup, yerleşik düzene geçerek ilk mimari
örneklerin yer aldığı köyleri kurdukları, hayvanları evcilleştirip ilk defa
tarım yaparak üretir hale geldikleri bu çağ, aynı zamanda ilkel dinlerin dünyada
ilk defa ortaya çıktığı çağ olarak bilinmektedir. Bu açıdan Urfa, dinler tarihi
ve sanat tarihi yönünden dünya kültüründe önemli bir yere sahiptir. Şanlıurfa’da yapılan bir çok arkeolojik kazıda, Kalkolitik Çağ ve Eski Tunç
Çağı halklarının tapındıkları şematik tanrı heykelciklerine (idol) bolca
rastlanılmıştır. Bu buluntulara dayanarak Urfa plastik sanatları tarihinin
tapınaklarda başladığını söylemek mümkündür. Politeist (çok) bir inanca sahip olan Babil, Assur, Hitit, Hellenistik, Roma
ve Bizans dönemlerindeki Şanlıurfa heykel ve kabartma sanatı, daha önce olduğu
gibi bilhassa tanrı heykellerinde kendini göstermiştir. 1952 yılında Harran’da yapılan kazılarda bulunan ve Şanlıurfa Müzesi’nde
sergilenmekte olan bazalt taşından yapılmış Nabunaid Steli’ndeki ay, güneş ve
yıldız kabartmaları ile Kral Nabunaid ayakta durur vaziyette profilden tasvir
eden kabartma, Babil dönemi sanatının Urfa’daki en önemli örneğidir. Siverek
ilçesi, Taşlıköy’de 1942 yılında bulunarak İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne
götürülen iki stel üzerindeki insan rölyefleri M.Ö.8.-7. yüzyıl Hitit
prensliklerinin son devirlerini yansıtmaktadır. Hitit dönemi mimari eserlerinin duvarlarını zemin hizasında süsleyen bazalt
orthostat taşlarındaki “Fırtına Tanrısı” ve “Kırların Koruyucu Tanrısı” gibi
rölyefler Hitit dönemi plastik sanatlarının önemli örneklerinden olup, Şanlıurfa
Müzesi’nde, bazalt taş üzerine profilden tasvir edilmiş asker rölyefi ile çift
ve tek boğalı sütun kaideleri Assur dönemi figürlü plastiği hakkında önemli
fikir vermektedir. Siverek ilçesine bağlı Haçgöz Köyü’nde bazalt kaya zeminine oyulmuş, yürür
vaziyette profilden tasvir edilmiş aslan rölyefinin Urartu, bunun benzeri olarak
Soğmatar’da kalker kaya zeminine oyulmuş aslan rölyefinin de Roma dönemine ait
olduğu tahmin edilmektedir. Viranşehir ilçesinden Şanlıurfa Müzesi’ne getirilen Zafer Tanrıçası Nike
heykeli, üzerindeki dekolte elbisenin bir tül gibi rüzgarda savrulmasını çok
sert bir taş olan bazalt üzerine işlemeyi beceren Urfalı heykeltraşın ustalığı
hakkında fikir vermektedir. Ayrıca Harran içkalesinin doğu duvarında devşirme
olarak kullanılan kalker Nike rölyefi, Urfa merkez Kırkmağara mevkiindeki kaya
mezarlarından sökülerek Urfa müzesine getirilen Nike kabartmaları, ayakta durur
vaziyette yarı çıplak tasvir edilmiş kadın-erkek yüksek kabartmaları, yine Urfa
müzesinde sergilenmekte olan bir sütun başlığındaki akantüs yaprakları arasına
işlenmiş insan portresi, Harran içkalesi doğu duvarında devşirme olarak
kullanılmış kartal kabartması, Şanlıurfa Kalesi sütun başlıklarında akantus
yapraklarının büyük bir ustalıkla oluşturduğu kartal başı, Urfa
nekropollerindeki kaya mezarlarında yer alan melek insan kabartmaları, Soğmatar
Pognon Mağarası’nda ve Kutsal Tepe’de insan şeklindeki tanrı kabartmaları Roma
döneminin Urfa’daki plastik sanat örnekleridir. Soğmatar Pognon Mağarası’ndaki tanrı kabartmalarına imzasını atan Şila oğlu
Şila ile, Kutsal Tepedeki ay ve güneş tanrılarını temsil eden iki insan
rölyefine imza atan Şila oğlu Male kardeşler adlarını bildiğimiz en eski Urfalı
heykeltıraş olmaları bakımından önem taşımaktadır. Şanlıurfa’nın doğusunda, Tektek Dağları içerisindeki Senem Mağara
harabelerindeki kayaya oyulmuş Bizans yapılarında zengin taş süslemeler
Urfa’daki V. yüzyıl Bizans plastik sanatları hakkında yeterli fikir vermektedir.
Bu süslemeler arasında, bir vazodan çıkan üzüm dalları, stilize hayat ağacı
motifi, stilize palmet dizileri, simetrik kuş figürleri, dairesel ve dört saplı
örgüler, kesişen daireler dikkati çekmektedir. Ayrıca, Siverek ilçesine bağlı Garoz Köyü’ndeki Bizans dönemine ait
harabelerde mimari kalıntılar üzerine işlenmiş örgü meander motifleri ile
Şanlıurfa Müzesi’ndeki pembe mermerden silindirik bir vaftiz teknesindeki
değişik geometrik örgü kompozisyonları, Ulu Cami avlusunda Aziz Stefanos
Kilisesi’nden kalma mermer sütun başlıkları üzerindeki süslemeler Bizans plastik
sanatlarının günümüze gelebilmiş özgün örnekleri arasında yer almaktadır. Roma ve Bizans dönemi plastik sanatlarını yukarıda gördüğümüz heykel,
kabartma ve taş süsleme örnekleri dışında, mozaik ve fresk alanlarında da bol
sayıda örnekler bulunmaktadır. Eski Edessa’nın güney ve güney batı nekropolleri
ile kuzey ve kuzey batı nekropollerinde ortaya çıkartılan mozaikler ve bazı
freskler, Urfa müzesinde sergilenmekte olan Bizans dönemine ait Hz. İsa mozaik
portresi o dönemin resim sanatı hakkında önemli ipuçları vermektedir. Son
yıllarda Birecik yakınındaki Zeugma kazılarında ortaya çıkartılan ve Roma mozaik
sanatının şaheserleri sayılan eserlere bakıldığında bu sanatın Urfa bölgesinde
ulaştığı düzey daha da iyi anlaşılacaktır. Ancak, Urfa merkezindeki mozaik ve
fresk sanatı, Zeugma’dan farklı olarak Roma ve Bizans’tan ziyade Mezopotamya ve
Sâsâni sanatları ile bağlantılı görülmekte ve bölgesel bir karakter
taşımaktadır. Hazreti İsa’nın, yüzünü sildiği mendile çıkan mûcizevi portresini M.S. 13-50
yılları arasında ikinci kez hüküm süren Edessa Kralı V. Abgar’a gönderdiği ve bu
dönemde Hıristiyanlığın resmi devlet dini olarak ilk defa Urfa’da kabul gördüğü
bilinmektedir. Hıristiyan dünyasında kutsal kabul edilen bu mendil (Hagion
Mandilion) üzerindeki Hz. İsa portresi, Bizans sanatı boyunca ressamlara konu
olmuş ve binlerce ikona üzerine işlenmiştir. Plastik sanatların önemli kollarından biri de mimarlık sanatıdır. Nevalı
Çori, Göbekli Tepe, Şaşkan, Gürcütepe başta olmak üzere bir çok neolitik
yerleşmedeki arkeolojik kazılarda çıkartılan mimari eserler bu sanatın
Anadolu’da ilk kez Urfa’da ortaya konulduğunu göstermiştir. Şanlıurfa’daki mimarlık sanatı Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarında doruk
noktasına yükselmiş ve bu yıllarda dünyanın en görkemli kiliseleri Urfa’da inşa
edilmiştir. Bizans döneminde Hz. İbrahim’in doğduğu mağara yakınına inşa edilen
ve İstanbul’daki Ayasofya ile aynı adı taşıyan kilisenin bir mimarlık şaheseri
olduğu kaynaklarda kayıtlıdır. VII. yüzyıl İslâm tarihçisi el-Mukaddesi,
İslam’da israf ve lüksün haram olmasına rağmen Şam Emeviye Camii’nin hiçbir
masraftan kaçınmayarak lüks yapılmasının nedenini “İslâmın camileri Edessa
kiliselerinin ihtişamından geri kalmasın” düşüncesine bağlamaktadır. Buradan da
Edessa Kilislerinin nedenli ihtişamlı olduğu anlaşılmaktadır. II. İslâm Devletleri Dönemi Plastik Sanatları Kültür ve sanat; tarihten süzülerek gelen, çeşitli ulusların ve inançların
birbirlerini etkilemelerinden doğan bir olgu olduğundan İslâmi dönem Şanlıurfa
plastik sanatlarında geçmişin izlerini görmek mümkündür. Ancak, zaman geçtikçe
inanç değerlerine bağlı olarak kendisine özgü bir kimlik kazanan İslâm plastik
sanatları Urfa’da da özgün örnekler vermiştir. Resim ve heykelin yasak derecesine varacak şekilde hoş karşılanmamış olması,
İslâm plastik sanatçılarının taş süsleme, minyatür, tezhip ve hat gibi plastik
sanat dallarına yönelmesini sağlanmıştır. Bu nedenle Urfa plastik sanatları
içersinde insan ve hayvan figürlerinin yer aldığı heykel ve kabartmalara çok az
sayıda yer verilmiştir. Urfa’daki hayvan figürlü taş kabartmanın İslâmi döneme ait en eski örneği,
Harran içkalesinin doğuya bakan kapısının iki yanında yer alan Nûmeyriler
dönemine h. 451 (m. 1059) ait çift köpek kabartmalarıdır. Ayrıca, Eyyûbiler
dönemine ait h. 626 (m. 1228-29) tarihli Han el-Ba’rür Kervansarayı’ndan Urfa
müzesine getirilen büyük bir taş blok üzerindeki bağdaş kurmuş vaziyette bir
insanın sağında ve solundaki aslanları boyunlarından zincirle tutuşunu tasvir
eden kabartma, Urfa şehir surlarının Harran Kapısı kuzey cephesinde yine
Eyyûbiler dönemine ait çift başlı kartal kabartması ve bunun iki yanında aslan
gezdiren kaftanlı insan figürleri, Harran’da bulunarak Urfa müzesine getirilen
kalker bir taş üzerindeki kuyruğu düğümlü ve gövdesi pullu ejder kabartması,
Şanlıurfa kalesinin doğu burcundaki Memluklu dönemine ait (XV. yüzyıl başları)
yüksek kabartma çift aslan İslâm figürlü plastiğinin Urfa’daki en eski
örnekleridir. 1517 tarihinde Osmanlı hâkimiyetine giren Urfa’da, insan figürlü heykel ya da
kabartmaya hiç yer verilmemiş, aslan, ejder ve yılan gibi hayvan kabartmalarına
çok az sayıda yer verilmiştir. 1970’li yıllarda yıktırılan Aslanlı Han’ın
kapısından sökülerek Şanlıurfa Müzesi’ne getirilmiş olan çifte aslan kabartması,
eski bir Urfa evi olan Şurkav Kültür Merkezi büyük odasının kuzey cephesindeki
ve Birecik ilçesi Salih Kalender Evi duvarındaki aslan kabartmaları, XVIII.
yüzyıl Osmanlı döneminde yeniden inşa edildiği bilinen ve günümüzde Selahattin
Eyyûbi Camii olarak kullanılan Ermeni Kilisesi’nin pencere pahlarındaki
gövdeleri zincir şeklinde birbirine dolanmış çift ejder kabartmaları, yine
XVIII. yüzyıla ait Rızvaniye Camii harim kapısı pahlarındaki zincirleme dolanmış
çift yılan kabartmaları, Çakeri camii karşısındaki Köroğluzâde Haydar Ağa Evi
eyvanı döşemesinde helezonik biçimdeki çifte yılan kabartmalı su yolu Osmanlı
dönemi figürlü plastiğinin Urfa’daki örneklerinin tamamını oluşturmaktadır. İslâmi dönem Urfa plastik sanatlarında nadir olarak görülen figürlü plastiğin
yarattığı süsleme boşluğunu, bitkisel ve geometrik taş süsleme ile kitabe ve
mezar taşlarındaki hat sanatı örnekleri büyük bir başarı ile doldurmuştur.
Mimaride kullanılan ünlü Urfa Taşı’nın işlemeye elverişli gayet yumuşak
özellikte olması, plastik sanatlarda zengin bir süsleme geleneğinin doğmasını
sağlamıştır. Taşın bu özelliği ile tarihsel kültür zenginliğinin birleşmesi
mimari süslemede zengin bir motif repetuvarının doğmasına neden olmuş, bu
zenginlik tarih içersinde gelişerek günümüze kadar ulaşmıştır. Öyle ki,
Türk-İslâm taş süsleme sanatı repertuvarında yer alıp da Şanlıurfa mimari
eserlerinde bulunmayan motif hemen hemen yok gibidir. Urfa taşının bu özelliği ile tarihten gelen plastik sanat geleneğinin
birleşmesi, Emeviler dönemine ait 744-750 tarihli Harran Ulu Camii’nde İslâm
taşsüsleme sanatının en ünik eserlerinin doğmasına neden olmuştur. Bu camide
Emeviler döneminden kalma asma dalı ve üzüm salkımlı sütunlar, akantus yapraklı
sütun başlıkları, Zengiler ve Eyyûbiler dönemi onarımlarından kalma girift rumi
kompozisyonlu sütun başlıkları ve rumi-palmet bordürlü kemer süslemeleri adeta
taştan dışarıya taşan plastik özellikleri ile sadece İslâm coğrafyasında değil,
dünya taşsüsleme sanatları içersinde önemli bir değere sahiptir. Şanlıurfa İslâmi dönem plastik sanatlarında önemli bir yeri olan taşsüsleme
geleneği Osmanlı döneminde de devam ederek cami, han, hamam gibi anıtsal
eserlerden ziyade bilhassa ev mimarisinde kendini göstermiştir. Evlerin avluya
bakan cephelerindeki zengin geometrik ve bitkisel rozetler, bordürler ve
konsollardaki plastik unsurları, gününü evinde geçiren kadına zevkli bir ortam
yaratma düşüncesinin ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır. Plastik sanat dallarından olan mimarlık sanatı, Şanlıurfa’da geniş bir tarihi
gelişim sürecinden beslenerek İslâmi dönemde de özgün örnekler vermiştir.
744-750 yıllarında Emeviler döneminde inşa edilen ve İslâm Sanatı içersinde
özgün bir yeri olan Harran Ulu Camii, Anadolu’nun ilk camisi, en büyük camisi ve
en zengin taş süslemeli camisi olması yönüyle Anadolu mimarlık tarihi açısından
büyük bir öneme sahiptir. Şanlıurfa’da ayrıca, Selçuklular dönemine tarihlenen (XII. yüzyıl) Şeyh
Mes’ud Zaviyesi, Zengiler dönemine ait (XIII. yüzyıl) Pazar Camii minaresi,
XIII. yüzyıl Eyyûbiler döneminden bazı izleri günümüze ulaşan Eyyûbi Medresesi
ve XV. yüzyıl Akkoyunlular dönemine ait Hasan Padişah Camii Osmanlı öncesi İslâm
devletleri zamanından günümüze kalmış başlıca mimari eserlerdir. XI. yüzyılda Urfalı üç mimar kardeşin Kahire sur kapılarından Bab el-Nasr ve
Bab el-Fûtuh’un tasarımında, yine aynı yüzyılda Urfalı mimar Seleme oğlu
Abdullah’ın Diyarbakır surlarının tasarımında görev alması, Urfalı mimarların
ününün il sınırlarını aştığını göstermesi bakımından önemlidir. Osmanlı
dönemindeki Şanlıurfa cami mimarisinde, orta kubbenin yanlara ya da dört yöne
doğru yarım kubbelerle genişlediği merkezi plan dışında tüm planların uygulanmış
olması, yüzlerce ev arasında birbirinin planını kopya eden evlerin bulunmayışı,
Urfalı mimarların geçmişten beslenen zengin plan arayışlarının bir ürünü olarak
karşımıza çıkmaktadır. Osmanlı döneminde Urfa’daki mimarlık sanatı ile birlikte gelişen ve plastik
sanatların önemli kollarından biri olan “kalemişi süsleme”nin çok eski örnekleri
günümüze ulaşamamıştır. Ancak bu sanatın Akyüzler Evi, Abdülkadir Hakkari Evi,
Hacı Bekir Pabuçcu Evi, Kürkçüzâde Halil Hafız Efendi Evi ve daha bir çok evin
oda tavanlarındaki örnekleri bu sanatın XIX. yüzyılda Urfa’da ulaştığı boyutu
göstermesi açısından önem taşımaktadır. Urfa’daki İslâmi dönem sanatları arasında önemli bir yeri olan Hat Sanatı’nın
en eski örnekleri Harran Ulu Camii kalıntıları arasındaki bazı mimari elemanlar
ve Harran eski mezarlığında kazılar sonucu ortaya çıkartılan mezar taşlarında
görülmektedir. Ayrıca Harran Kapısı kuzey cephesinde yer alan Eyyûbi nesihi ile
yazılmış şerit kitabe, Eyyûbi medresesinin kuzey duvarındaki çiçekli neshi
kitabe ve Şeyh Mes’ûd Zaviyesi’nin sarnıç kitabesi, Urfa’daki hat sanatının XI –
XII. yüzyıl örnekleri arasında yer almaktadır. Eyyûbiler’den Osmanlı dönemine kadar geçen süreç içersinde çeşitli İslâm
devletleri tarafından ortaya konan hat eserlerinden kayda değer örnekler
günümüze ulaşmamıştır. Ancak Osmanlı döneminden kalma çok sayıda kitabe, mezar
taşları, anıtsal yapılar ve evler üzerindeki dekorasyon amaçlı celi nesih, celi
sülüs, celi ta’lik ve makıli tarzlarındaki kompozisyonlar zengin bir çeşitlilik
göstermektedir. Halil-ür Rahman Medresesi’nin 1775 tarihli hücre kitabesinde imzası bulunan
hattat “Hakkı en-Naibu bi medineti’r Ruha” (Urfa şehri naibi Hakkı) ve 1781
tarihli Nakibzâde Hacı İbrahim Efendi Medresesi’nin Ulu Camii avlusuna bakan
kapısındaki kitabede imzası bulunan hattat “el-fakir es-Seyyid el-Hac Abdürrahim
el-Musavveri en-Naib er-Ruha” (Urfa Naibi Hacı Abdürrahim) adlarını bildiğimiz
en eski Urfalı hattatlardır. Çok güzel yazı istiflerinin yer aldığı mezar taşlarındaki şiirlerde şair
adlarına yer verilmiş olmasına rağmen, hattat adlarına hiç yer verilmemiştir.
Hattat adlarına taş sanatı örnekleri dışında el yazması kitaplarda ve
levhalarda rastlanılmaktadır. Şair Hikmet’in (1832-1878), Şair Sakıb Efendi’nin
(ölümü 1873), şair ve mutasavvuf Safvet Efendi’nin (1866-1950) aynı zamanda
hattat oldukları bilinmektedir. Bunlardan Şair Sakıb’ın Halepli Bahçe’de kendi
adına yaptırdığı köşkün ikinci kattaki büyük odasının iç duvarlarını dolaşan,
mavi zeminli tahtalar üzerine beyaz boya ve ta’lik hattı ile yazdığı şiir,
şairin hattatlık yönünü göstermesi bakımından önem taşımaktadır. Ayrıca Bedri
Alpay’ın “Şanlıurfa Şairleri” adlı kitabında şairlikleri yanında hattat
olduklarını belirttiği Nuri, Lütfü ve Vefik beylerin eserlerinden günümüze
ulaşan olmamıştır. Rızvaniye Camii’nde asılı bir levhada imzası görülen “Naciye” adlı bayan
hattatın Urfalı olup olmadığı hakkında elimizde bilgi bulunmamaktadır. Urfa’da yetişmiş hattatların en ünlülerinden olan Ahmet Vefik Efendi ve
öğrencisi Arabizâde Behçet Efendi, eserlerinin bir kısmını Osmanlı dönemi
sonlarında, bir kısmını da Cumhuriyet döneminde vermiştir. Ahmet Vefik Efendi (Lobut Ahmet Efendi) Asıl adı Ahmet olup, Vefik mahlasını kullanmış hem şair hem de hattattır.
1860 yılında İstanbul’da doğmuştur. Babası Zikir Aşireti’nden Balibeyzâde Lobut
Bey’dir. İlk tahsiline Sultani’de başlamış fakat yarıda bırakmıştır. 1882
yılında babası Lobut Bey İstanbul’dan sürgün olarak Halfeti Nahiye Müdürlüğü’ne
gelince, o da babasıyla gelmiş, 1884’de Kaymakam olan babasıyla Suruç’a, 1886
yılında babasının emekli olması üzerine ailesi ile birlikte Urfa’ya
yerleşmiştir. Ahmet Vefik, 1887 yılında Urfa Tahrirat Kalemi Mukayyıtlığı ile memuriyete
başlamış, yazısı güzel olduğu için üç yıl sonra aynı kalemin Sermübeyyizliğine
terfi etmiştir. 1923’de emekli olmuştur. Diyarbakırlı Cenânzâde Hacı Abbas Efendi ve Urfa Tahrirat Müdürü Asaf Bey’den
icâzet alan Ahmet Vefik, Urfa’nın bir çok mektep ve medresesinde yazı dersleri
vermiştir. Musikiye ve bütün makamlara vakıf olan, armonika, ud ve kanun
çalmasını bilen Ahmet Vefik, mütevazi, iyi huylu, ince ruhlu, yardımsever biri
olarak tanınmıştır. Kitabeler ve mezar taşları için yazdığı şiirlerinde büyük
bir ustalıkla tarih düşüren ve mahalli olaylara destânlar yazan sanatçı, bugün
vilayet binası kavşağındaki 1917 tarihli Harb-ı Umumi Şehitleri Abidesi üzerine
“Cây-ı cihâda giden erlere nusret ola” mısrasını yazmış, böylece anıtı yaptıran
Urfa Mutasarrıfı Nusret Bey’in adını zikretmeyi büyük bir ustalıkla başarmıştır.
Ahmet Vefik Efendi’nin şişe içersine, büyük bir maharetle yazılar yazdığı
halk arasında yaygın olarak anlatılmaktadır. Kendisinin içersini yazdığı böyle
bir şişe Urfa’da Halil Soran Bey’in koleksiyonunda bulunmaktadır. Ahmet Vefik Efendi’nin ölüm tarihi bilinmemektedir. Arabizâde Behçet (Görgün) Efendi 1883 yılında Urfa’nın Kaleboynu mahallesinde doğdu. Eba Eyyûb el-Ensâri’nin
torunlarından olan ve 400 yıl önce Urfa’ya yerleşmiş bulunan “Arâbizâdeler”
lakablı bir aileye mensuptur. Bu nedenle, yazdığı levhalarda “Behçet Arâbi”
imzasını kullanmıştır. Behçet Arabi, 13-14 yaşlarında iken Şer’i Mahkeme’de kâtiplik yapan
akrabalarından birinin yanına hat sanatını öğrenmesi için verilir. Bu zatın
yanında ilk bilgilerini alan Behçet, sanatında büyük ilerlemeler kaydedip
hocasını geçince kendisinin daha usta birisinin yanına verilmesine gerek
duyulur. Şer’iye’de Kâtip Hoca, Behçet’i Balibeyzâdeler’den Hattat Ahmet Vefik
Efendi’ye götürüp, “Ahmet Efendi, işte sana kabiliyetli bir genç, ben
bildiklerimi öğrettim, gerisi sana kalıyor” diyerek teslim eder. Hüsn-ü Hatt’ın
her çeşidinden icâzet alıp, icâzet vermiş, şair ve musikişinas Ahmet Vefik
Efendi’den hat dersleri alan Behçet, kısa süre sonra icâzet alır. 17 yaşında evlenen Behçet, 24 yaşında üç çocuk sahibi iken 1. Dünya
Savaşı’nda askere alınır. Medine’de 5,5 yıl askerlik yaptığı sırada
Peygamberimizin makamına Şair Nâbi’nin; “Sakın terk-i edebten kûy-ı mahbub-ı Hüdâdır bu Nazargâh-ı ilâhidir makam-ı
Mustafadır bu” dizeleriyle başlayan ünlü kasidesi başta olmak üzere çeşitli yazılar yazar bu
yazılarından dolayı Fahri Paşa tarafından Fırka Yazıcılığı’na alınır ve terhis
olduğunda Urfa’ya götürmek üzere kendisine peygamberimizin Sakal-ı Şerif’i
hediye edilir. (günümüzde Circis Peygamber Camii’nde muhafaza edilen bu Sakal-ı
Şerif, Ramazan aylarından Urfalılar tarafından ziyaret edilmektedir.) Behçet Efendi, kûfi hariç, nesih, sülüs, divâni ve rik’â gibi yazı
çeşitlerini büyük bir ustalıkla kullanmış, ancak en çok celi sülüs ve celi
tâ’lik türlerinde eser vermiştir.
|