Adnan Adam Onart - Ne Var Ne Yok Dilbert?

Karikatür ve Bilişim

Adnan Adam Onart

Ne Var Ne Yok Dilbert?

Sevgili Nezih Danyal,

Benim için yıllığınıza bir yazı yetiştirmek ne kadar önemli, bilmem düşünebilir misiniz? Güzel ülkemize uzak düştüğüm, anamın sütünden tatlı dilimizi doya doya konuşamaz olduğum, ruhumun derisi dediğim o dilde yazmadığım yirmibir yıl oldu. O bakıma yılda bir kerecik olsun, Türkçemizde bir-iki satır yazmak canıma can katıyor. Kısa bir süre için de olsa, her köşesinde bir güzellik saklı İstanbul’u, havasının her zerreciği tarih dolu Anadolu’yu ziyaret etmiş gibi oluyorum. Siz de eşi görülmemiş bir cömertlikle, benim abuk sabuk yazılarıma yıllığınızın sayfalarını açıyorsunuz. Sağ olasınız.

Ne yazık ki çok üzülerek bu yılki antolojinize katkıda bulunamayacağımı bildirmek üzere bu satırları yazıyorum. Doğrusu geçen yılda da politika-karikatür konusunda – geçen yıl konunuz buydu değil mi – yazmaya çok heveslenmiş, hatta bir hayli hazırlık bile yapmıştım. Kırımlı düşünce adamı, İsmail Gaspıralı Beyin zamanında Azerbaycan’da çıkan Molla Nasrettin’deki karikatürlerde nasıl ele alındığını, değişik karikatürlerde Gaspıra’lının düşüncelerinin nasıl destek ya da eleştirisi konusu olduğunu ele almayı düşünüyordum. Böylelikle hem karikatür-politika konusunda bir-iki düşünce geliştirmiş, hem Türkiye’mizde hemen hiç üzerinde durulmayan Kırım davasına azıcık da olsa dikkatleri çekmiş olurum diye umuyordum.

Ne yazık ki kısmet değilmiş.

Bu yılkı konu ise, arkadaşlarımın deyimiyle tam bana göreymiş: Yaşamımın son iki onyılında bilgisayar alanında çalışmış biri olarak, karikatür ve bilişim konusundan bana daha uygun ne olabilirmiş? Evet, benim aklıma ilk gelen de, ilk mesleğim olan felsefe ile bilgisayar alanlarını kesiştirip, oradan konuya yaklaşmaktı. Diyordum ki, Karikatüre Bilgisayar Felfesi Açısından Bir Bakış diye bir araştırma yapayım. Bilgisayarın biçimsel dil dünyası, karikatürün çizgisel dil evrenine yansırken nasıl bir değişime uğruyor? Bu soruyu irdeleyeyim. Acaba Chomsky sonrası dilbilimsel kuramlardan hangisi bu değişimi açıklamaya en uygundur? Belki de Oxford tipi ya da Derida kaynaklı bir analiz de bu konu için en yerinde yöntem olabilir ve belki sonradan da Değerli Hocam Dr. Teo Grünberg’le birlikte bir çalışma yapar, Journal of Philosophical Logic’de bir yazı bile yayımlarız diye düşünüyordum. Neden olmasın? Caricature Logic – A Formalization Of Visual Language Of Cartoons Based On Multivalued Dynamic Metatheory. (Karikatür Mantığı – Çizgi Resim Dilini Akımtısal Çokdeğerli Öte-Kurama Dayalı Bir Biçimleştirme Denemesi.)

Ama bu düşünceler bir-buçuk ay kadar önceydi. Ne yazık ki, bu 2002 yılı çok hızlı başlamış oldu. İşteki işler öylesine vaktime el koydu ki... İşte tam cümlemin burasında sanki size anlatmak durumun ne olduğunu örneklemek istercesine, içeri Dilbert giriyor.

Dilbert Odama Geliyor

Adnan Hoca diyor... Tıpkı ODTÜ’deki öğrencilerimin bizlere, ama daha da çok hademelere kullandığı saygı tonuyla, Adnan Hoca diyor. Hınzır hoca lafını da nereden öğrenmiş diye düşünürken, kendini karşımdaki iskemleye bırakıyor. Yine de ben bir Amerikalının ağzında, Hoca ya Nasrettin ya da Enver Hoca gibi bir renk kazanıyor diye düşünüyorum, Dilbert ise, ah diyor, her sabah kalkıp çizgi-resim çerçevelerinin içinde uyanıyorum. Gün boyu birinden ötekine, ötekinden berikine koşturuyorum. Odacığımda bilgisayarımda çalışıyorum. Birtakım saçma sapan toplantılarda aptal aptal oturuyorum. İkide bir içimi bir boşluk kaplıyor. Varoluşsal bir hiçlik! Herkesler bir biçimde birşeyler ortaya koymaya, birşeylere katkıda bulunmaya, birşeylere yaratmaya çalışıyor. Benim yaşamdaki tek görevim sabah-akşam hokkabazlık etmek. Ah, Adnan hoca böyle yaşamın anlamı ne ola?

Dilbert’cim, diyorum, mizahın insan yaşamındaki yerini küçümseme. Hele seninkinin türünden mizahın. Dilbert, bak bunu yüzüne karşı söylüyorum: Sen her bilgisayar mühendisinin yaşamının ışığısın. Senin öykülerin, güldürülerin olmasa, bu zavallı mühendisçiklerin günleri nasıl geçer? Ne zaman ne isteyeceği belli olmayan yönetici takımının bunca saçmalığına nasıl dayanırlar? Şöyle çık bir dolaş ortalığı, pek çok mühendisin odacığının duvarına senin çizgili öykülerinden birisini iliştirilmiş bulursun. Senin bebeklerin, senin adını taşıyan kahve bardaklar masalarında. Dilbert, Dilbert, Dilbert... Senin bu insancıkların günlerine katkın saymakla bitmez. Dediğim gibi, ne zaman bir mühendis kendini deli saçması bir durum içinde bulur, hemen senin öykülerinden birisinin sözünü eder, sözünü etmezse aklından geçirir. Dilbert, senin içlerini açan mizahın olmasa bu zavallıların günleri nasıl geçer?

Ama Adnan Hoca, diyor Dilbert, söylediklerinde doğru olmasına doğrusun ama, benim yaşamım sanısal bir yaşam. Yaşamım dediğin gibi bir anlam taşıyorsa, bunun tek nedeni gerçek bilgisayarcıların yaşamında mizaha hiç yer olmamasından. Gerçek bilgisayarcılık yaşamamızda günlerimiz nasıl geçiyor? Tek yaptığımız... Geç bilgisayarın karşısına, dik gözlerini ekrana, vur babam vur taşlara... Arada bir de farenin sırtına yapıştır avucunu... Bir ileri, bir geri, şenletelim bu yeri... Sam Madams hergün birşeyler uydurup gazetedeki yerlerini dolduruyor, paracıkları cebine indiriyor ama... Benim gerçek yaşamım, biz gerçek bilgisayarcıların yaşamı tekdüze bir asık suratlılık içinde akıp gidiyor... Gülmek değil, gülümseyen bir yüz bile görmeden geçip giden aylarım oluyor. Allah için söyle Adnan Abi – hayda diyorum ben kendi kendime, ne mesleğindesin, karikatürlük, karikatürü yapılacak bir durum yaşadın mı?

Ooooo o kadar çok ki, diyorum, saymakla tükenmez.

Öyle ise anlat birisini diyor.

Dilbert’e Başımdan Geçen Bir Olayı Anlatıyorum

Sevgili Dilbert, sen çizgili resim çerçeveleri içindeki yaşamındaki yabancılaşmadan, sırf insanları güldürmek için düşünülmüş günlük yaşamındaki mizah-sız-lık-tan yakınıyoruz. Bir de benim anadilimi, yurdumu, işimi, mesleğimi geride bıraktıktan sonra yaşadıklarımı bir düşün. Bir kültürden bir başka kültüre geldiğinde ilk ayırdına vardığın yaptığın esprilerin hiçbir yere varmaması... En esaslı sandığın espiriyi yaptığında bile çevrendekiler ya hiç farkına varmıyor, ya da aptal aptal yüzüne bakıyor. Düşün, benim buralara geldiğimin üzerinden yıllar, bilgisayar alanına kaydığımın üzerinden aylar geçmiş, söylediğim espirilerin tümü boş gözlerde yok olup gidiyor. Bu eksiklik, bu gerekseme sana bir lüks gibi gelebilir. Gurbet duygusunun en acılı hançeri diyorum, içimde kalmış şairlik heveslerimin dizginini tutamayarak.

Biliyorum, Adnan abi, diyor, Sam Abimininde en güzel espirilerine bakıp bakıp da yüzlerinde bir damla gülümseme bile bitmeyen okuyucular biliyorum. Elbette hepsi de yönetici takımından... Herifler kendilerini öyle ciddiye alıyor ki...

Ben devam ediyorum:

Bennett Sharp’ın Öyküsü

Yıllarca önce çalıştığım yerde, Bennett diye bir arkadaş var. Benett, Benett Sharp... Adını adım gibi hatırlıyorum. Benett zekinin zekisi bir arkadaş. Sözüm meclisten içeri son derece yetenekli. Üstelik de çekirdekten yetişme. Bütün bilgisayar bilgisini, bahriyede iken, labrotuvarlarda onu bunu kurcalayarak edinmiş. Makine bozukluklarını yakalamakta, alt-düzey hatta aygıt dilindeki yazılım yanlışlarını yakalamakta üstüne yok. Gel gör ki bu sefer, patronunun bu program çalışmıyor, Bennett şuna bir göz atıver diye önüne koyduğu sorunu çözecem diye göbeği çatlıyor. Yazılımı satır satır gözden geçiriyor. Satır satır, komut komut her bir şey doğru gibi gözüküyor. Onaltı köklü biçimde basıyor yazılımı. Satır satır, komut komut inceliyor... Satır, satır, komut komut herbirşey doğru gibi gözüküyor. Bizim Bennettçik çatlayacak. Ben yanına geldiğimde on-iki olmuş, gecenin on-ikisi yani... Seninki bilgisayarın karşısında yere oturmuş, ekranda, iki köklü sayılar akıp gidiyor

1000010111111
0011111111100
1111000000011
1111000000010
1111000000000
1111000000000
1101000000011
1000010111111
0011111111100

Öyle bir süre duruyorum Bennett’in yanında. Benim varlığımın farkında bile değil. Sonra usulca parmağını ekranın sol alt köşesine uzatıyorum. İşte Bennett diyorum, şurada senin problemin. Seninki bir süre kımıldamıyor. Sonra bana dönüyor. Elbiseleri bumburuşuk, saçları darmadağın, üç gündür traş olmamış belli. Ama yüzünde bir gülümseme.

Şaka ediyor olmalısın, diyor. Evet, şaka ediyorum, diyorum.

Dilbertciğim, nasıl anlatsam sana, dünyalar benim oluyor. Ülkemi bırakıp sanki vurmuşum denizlere, aylarım, yıllarım, uçsuz bucaksız okyanusta geçmiş; bunca zamandan sonra ilk defa bir kara parçası görüyorum sanki.

İlahi Adnan abi diyor Dilbert... sonra bir süre duruyor. Fena değil, hiç fena değil. Bir karikatür çıkar bundan, iki bilgisayar mühendisi ekranın karşısına dikilmiş, ekranda birler sıfırlar. Biri parmağını ekranın alt köşesine dayamış. İşte sorunumuz diyor. Sam abiye söyleyeyim, öykülerinin birinin bir yerinde kullanabilir belki.

Bilmiyorum Dilbert, diyorum, o gerçek anın dışında, durumdaki espiri bir karikatürde nasıl yakalanır? Oldum olası karikatürcülere hayranımdır. Nasıl yaparlar, bir iki fırça darbesi, bir iki kalem çizgisiyle nasıl yakalarlar çok karmaşık bir durumdaki ince bir espiriyi?

Dilbert’in Öyküsü

Adnan abi, diyor yine Dilbert, yüzünde en hızırından bir ifade ile. Sen bu olayı anlatınca, nedense benim de aklıma yıllarca önce yöneticilere oynadığım bir oyun geldi. Bundan önceki çalıştığım yerde, şirketin başkanı – aslında mühendislikten gelme sıkı bir adamdı – bir duyuru yayımlıyor: görevlerini daha iyi yapmaları için, bölümlerinde çalışan mühendislerin ne türden bir iş yaptıklarını daha iyi anlamaları için, yöneticilerin az bir şey yazılım öğrenmelerini buyuruyor. Çok da iyi kalpli bir adam, C ya da C++ değil, Visual Basic bile öğrenseler, bu işe yeter diyor.

Adamlara öğretmenlik yapmak da bizim binada her nedense benim üstüme kalıyor. Güzel güzel ders notları hazırlıyorum. Adamları bizim öğrenim laburatuvarına topluyorum. Kısa bir girişten sonra ilk ödevlerini veriyorum. Ekranda “günaydın yeryüzü!” sözünü gösterecek kısa bir program yazınız. Gözünün önüne geliyor değil mi? Hepsi bir PC’nin başına oturmuş, bir tuşlara bir ekrana bakıyorlar. Ben ise onlara yüzüm dönük, öğretmen bilgisayarının başına geçiyorum. Benim bilgisayardan istediğim öğrencinin ekranını görebildiğim gibi, istediğim ekrana benim bilgisayardan mesaj görüntüleyebiliyorum. Aradan on dakika, on beş dakika geçiyor... Adnan abi, bu yönetici takımı – sözüm meclisten dışarı – öylesine kabız ki, böylesine basit bir programı yazmakta bile anaları ağlıyor. Düşün Adnan abi, aralarında MBA’siz bir adam yok, ama yine de en enayice soruları sormaktan geri kalmıyorlar. Dilbert, escape tuşu nerede? “Günaydın yeryüzünü” büyük harflerle mi yazacağım? Sondaki nida yerine soru işareti koysam, programım yine de çalışır mı?

Dediğim gibi aradan on dakika geçiyor, on beş dakika geçiyor, programını ilaçlık olsun bitiren bir Allah’ın kulu yok. Artık kafam atıyor. Oturup kısa bir Java programı yazıyorum ve az sonra hepsinin ekranında kocaman harflerle şu sözler beliriyor;

İçinizden biri, istemeyerek ctrl+prnt scrn tuşlarına bastı. 37 saniye sonra bu odadaki bütün bilgisayarlar patlayacak. Lütfen paniğe kapılmadan, bu odayı boşaltınız.

36, 35, 34 Önce odayı bir sesizlik kaplıyor. Sanki birden bire yana nesnelere dönüşmüşler gibi klavyelerden, farelerden eller çekiliyor. Şöyle bir birlerine bakıyorlar.

33, 32, 31, 30, 29

Sonra sessizlik içinde, bana bakmaya cesaret etmeksizin, süt dökmüş kediler gibi odayı terketmeye başlıyorlar.

Allah aşkına söyle Adnan abi, bundan güzel karikatür öyküsü olmaz mı? Birinci karede Dilbert beyaztahta karşısında, en ön sırada Bay Saçları Sivri,... Sonra birden duruyor. Yahu diyor, Sam abime bir e-mektup atayım belki bu öykü bir işine yarar. Sağolasın, Adnan Abi diyerekten odamdan çıkıp gidiyor.

Saçları Sivri Odamda Bitiyor

Şöyle durup bir dinlendikten, şirketin yönetmeliklerine aykırı olaraktan odamda demlediğim çayımdan bir yudum aldıktan sonra, Sevgili Nezih Bey size yazmakta olduğum mektuba dönüyorum.

Bu Amerika öyle bir yer ki...

Daha ilk cümlemi bitirmeden bu kez, Dilbert’in yöneticisi Bay Saçları Sivri odamda bitiyor.

Ednin diyor, sanki babasının oğluymuşum gibi. Bu hiçbir yakınlığım olmayan insanların adımı doğru dürüst söyleyememesinden geçtim, düpedüz Adnan demesinden bir hayli gıcık kapıyorum son zamanlarda; öyle ki bundan sonra gideceğim iş yerinde adımın Adnan değil, Adnan bey olduğunu söyleyeceğim diye düşünüyorum. Her ne ise, Bay Saçları Sivri’nin alı al moru mor.

Hayrola Sivri diyorum, tatsız bir durum mu var?

E biraz öyle diyor. Az önce en dertli mühendisim olan Dilbert’in senin odandan çıktığını gördüm. Böyle bir davranışın biz yöneticilerden arasındaki centilmenlik törelerine uymadığını hatırlatmak üzere odana geldim. Kendi takımındaki mühendislerin kafalarına sakıncalı düşünceler soktuğun yetmiyormuş gibi, şimdi benim bölümümdeki kuş beyinlilere de ...

Bak Sivri, diye sözünü bitirtmiyorum. Bir kere, Dilbert’i odama ben çağırmadım, kendisi geldi. Adamı durup dururken, kapı dışarı edecek değildim ya. Üstelik konuşa konuşa da mizahın günlük yaşamımızdaki yeri, bilgisayar mesleğinin karikatürlere nasıl yansıyıp yansımadığı gibi konularda zararsız bir sohbet ettik.

Saçları Sivri bir an duruyor. Sanki gözlerini tavanda koşuşan bir yaratığı yakalamak istercesine yuvarladıktan sonra, çok ilginç diyor. Sanırım her ikinizde hemen konuyu bilgisayar mühendisleri ve o mühendislerin parlak zekaları, yaratıcı yetenekleri açısından ele almışsınızdır. Ah altı delik nafile dünya diyerekten bir iç çekiyor Saçları Sivri. Hem sabah akşam elalemin bir türlü büyüyememiş şımarık çocuklarıyla, o çocukların kocaman egolarıyla uğraşacaksın, hem de Sam Adam gibi bir hainin her gün gazetelerdeki alaylarına, hakaretlerine maruz kalacaksın. İyi kötü bir bilgisayar diploması alır almaz, kendini Paul Newman sanan...

Paul Newman’dan işe nereden girdi diyerekten aklım dağılırken, birden Saçları Sivri’nin bilerek ya da bilmeyerek Von Neumann’a Paul Newman dediğini hatırlıyorum. Aklım yeniden konuşmamıza döndüğünde sizinki hala yakınıp sızlanıyor.

Ben Princeton’dan MBA’yemi boşuna mı aldım... Bu iki satır yazılım ortaya çıkarttım diye dünyayı ben yarattım dercesine ortada dolaşan çoluk çocukla uğraşmak kolay mı sanıyorsun.

Ama Saçları Sivri, benim bir şey sandığım filan yok, diyecek oluyorum. Sizinki sözlerini sanki ben odada yokmuşum gibi sürdürüyor. Bilgisayarda mizah ya da çizgi resimlik konu arıyorsan asıl biz yöneticilerin yaşamına bakmalısın. Ben sana bir yönetici öyküsü anlatayım, ne demek istediğimi anla. Saatime bakmama, ama Saçları Sivri dememe aldırmadan, öyküsüne başlıyor.

Bay Saçları Sivri'nin Öyküsü

Her zaman böylesine dördüncü sınıf bir şirkette çalışmadım, diye başlıyor öyküsüne Saçları Sivri ve sözlerini şöyle sürdürüyor:

O günlerde endüstrinin en ileri gelen fare yapımcısı olan, XYZ şirketinin araştırım ve geliştirim bölümünün başkan yardımcısıyım. Yine ekonominin güç bir döneminden geçiyor, yine çok kısıtlı bütçelerle çalışıyoruz. O kadar ki işten şu ya da bu biçimden ayrılan her beş mühendisin yerine ancak bir adam alabiliyoruz. O bakıma alınan her adamın alanının en iyisi olduğunu belirlememiz gerekli. O yüzden de öylesine alışa gelmiş, sorgu-sual, görüşme-sohbet, hatta ayak üstünde sınav yöntemlerine bel bağlayamıyoruz. Yönetici iç güdüm hemen durumun ciddiyetini derinlemesine sezgiliyor. Hemen personel müdürünü çağırıp, yönetimimdeki alt-bölümlerin başlarına haber salıp tez elden bir toplantı düzenlenmesini söylüyorum. Kadın kolları sıvazlıyor hemen. Sağa sola telefonlar, sola sağa elektronik postalar... Böylelikle sadece bizim kentteki değil, bütün batı yakası, doğu yakasındaki mühendislik yöneticileri üç gün içinde toplanıyor. Böyle önemli bir konudaki toplantıyı telefon kesintileri, mühendis vızıltıları ortasında yapamayacağımız için, kentin en Iüks otelinin en Iüks toplantı odasını üç günlüğüne kiralıyoruz. Ve hemen en yoğun, en yaratıcı bir beyin fırtınasını başlatıyoruz: Beyaz tahtaları rengarenk yazılar-çizilerle dolduruyoruz, odanın dört bir duvarını her biri çok değişik bir açıdan ortaya atılmış önerileri içeren koca sayfalarla donatıyoruz.

Üç gün, üç gece, deliler gibi çalışıyoruz, en akla gelmedik görüşleri bile en büyük bir ciddiyetle tartışıyoruz. Uzun süren çekişmelerin sonunda otuziki öneriden önce beşini, daha sonra üçünü, en sonunda da ikisini son karar için aday olarak kenara ayırıyoruz. Kısa bir görüşmeden sonra, ülkenin en önde gelen dedikodu dergisinin burç falı uzmanını tutmamızı öneren görüş de kenara itiliyor. Böylece, üç gün üç gece çabalamayla da olsa daha ilk gün ortaya koyduğum öneri kabul ediliyor. Buna göre, Stanford Üniversitesinin Parapsikoloji bölümünde ruh-ötesi olaylara inanma ile kişi yaratıcılığı arasındaki ilişkiler konusunu inceleyen yayımları ile ülke çapında bir yetkilik kazanmış, Profesor Deepak Thopra'yı danışman olarak tutuyoruz.

Profesor Thopra en parlak dört doktora öğrencisiyle beş haftalık bir inceleme yapıyor ve sonunda inanılmaz bir teknikle karşımıza çıkıyor .Bu teknikle ilgili öğrencileriyle birlikte hazırladığı yazı yıllarca sonra Harvard Dournal of Business Savy and Shrewdness dergisinde yayımlandı. Bakınız Ocak-Subat 1985, sayı 38. sayfa 307-405; The Reverse Functional Relationship Between The Cognitive Attitudes Toward Paranormal And Creativity Traits Of Engineering Psyhe - A Ouantitative, Developmental Approach) Bu o beş haftada geliştirilen tekniğe göre, adayları alışmış biçimde görüşmeye çağıracağız ve ilk dört kişi bilinen anlayışla görüşmelerini bitirdikten sonra, şirketin yıldızı durumundaki baş mühendisimiz adayı yazılım dillleri konusunda sıygaya çekip, hiç akla gelmedik bir sorun konusunda en olmadık bir dilde bir yazılım geliştirmesini söyledikten sonra, aday benim odama getirilecekti. Bu süreçte en önemli rol bana düşüyordu. Ben de önce sade suya bir iki soru sorduktan, bir iki yorum yaptıktan sonra, hiç olmadık bir öykü, anlatacaktım. O olmadık öyküyü de Profesor Thopra kendi eliyle hazırlamıştı. Daha doğrusu Amerikanın en büyük öykücüsü ve edebiyat adamı... Hay Allah adı neydi... John Downtike ile birlikte yazmışlardı. (İlginçtir bu öykü de yıllar sonra çok garip bir raslantı sonunda ünlü The Net Worker dergisinde yayımlanıyor. İşin aslı şöyle: Thopra ile Downtike, bir kahvede oturup konuyu tartışırlarken, Downtike bir kağıt peçete üstüne - öyküsünün anahatlarını çiziştiriyor. iki ahbap kahveden ayrıldıklarında da bir garson çocuk o kağıt peçeteyi alıp 2500 dolar karşılığı. The Net Worker dergisinin o zamanki yayımcısı Tina Grown'a satıyor. Tina Grown da gerekli izinleri aldıktan sonra, öyküyü kağıt peçete de olduğu biçimiyle ama bir şiir olarak yayımlıyor. Bakınız Dohn Downtike. A Sonnet for ElectronicAngst. The Net Worker, Aug. 22, 1986. p. 101.102)

Profesor Thopra IIe Dohn Downtlke'ın Öyküsü

Şirketlerden birinde, şirketin an ve an işlemesini sağlayan bilgisayar ve o bilgisayarın yedeği ansızın ve ardarda bozuluyor. Alıp yerine yeni makinalar almak mesele değil, ama bu bilgisayarların üzerindeki veriler öylesine önemli ki, son andaki güncelliklerinden kırkaltı salise eskimiş olsa, bütün şirketin mali durumunu sarsılması işten bile değil. Şirket, bilgisayarlarının bakımı için tuttuğu şirketi, o şirket de, o türden bilgisayarların onarımı için tuttuğu şirketi haberdar ediyor. Helikopterlerle teknisyenler getiriliyor. Daha, helikopter havadayken üç analist durumun ayrıntılarını teknisyenlere anlatıyor. Teknisyenler hemen bodrum katına koşturuluyor ve hemen kolları sıvayıp ana bilgisayarın orasını burasını kurcalıyorlar. Yedek aygıtın, belleği dışında bütün parçalarını değiştiriyorlar. Ama hiç bir sonuç yok. Bu arada şirket yetmiş iki tane muhasip, otuz beş tane NY'ın en hızlı bisikletli habercisini tutup, kocaman bir salon içinden hiç durmamacasına çalışarak durumu idare ediyor. Muhasipler harıl harıl hesapları yapıyor, haberciler de bisikletleriyle salonun bir ucunda bir ucuna sonuçları yetiştiriyorlar. Elbette bir yandan da bilgisayar onarım girişimleri aynı yoğunlukla süregidiyor. Üç saat sonunda sonuç alamayınca, bu onarım şirketlerinin işlerine son verilip, yerlerine iki yeni şirket tutuluyor. Bu şirketlerden biri ana bilgisayarı, öteki yedek bilgisayarı onarmakla görevlendiriliyor. Dördüncü günün sonunda hala hiçbir sonuç yok. Dördüncü gün Şirketin, Baş Teknoloji Görevlisi'nin önerisi ciddi olarak tartışılmaya başlanıyor. Gerçekte adamın, o zaman ki cumhurbaşkanın karısının çok yakın arkadaşı olan eşi bu öneriyi ortaya koyuyor.

Şöyle diyor kadın: aklın, bilimin, teknolojinin sınırlarını tanımak, akıl-ötesi, sezgisel, doğa-üstü güçler başvurmasını bilmek gerçek bilgeliktir. Tanrı bize aklı, şevtanla kendi silahını kullanarak mücadele edelim, akıl-ötesi yetileri ise, akılla köşeye sıkıştırıldığımız anlarda düşmanı yenebilelim diye vermiştir. Bu görüşlerine dayanarak kadın, bu bilgisayar sorunun temelinde bir şeytan oyunu olduğunu söylüyor. Ancak güçlük şurada: şeytan dediğin tek bir yaratık değil. Bu çok değerli bilgisayarları durduran şeytanların hangisi? Hıristiyanlığın günümüzdeki akıllara sığmaz gelişmesine öfke duyarak İsa'ya karşı savaş açan İblis mi bu oyunları oynuyor; yoksa topraklarında sigara satma hakları kısıtlanan Kızılderili ruhların kızgınlığının ürünü mü bu durum? Kadın bunu bilemiyor. Bunun üzerine Vatikanın Şeytan Çıkarım Duaları Ve Davranımcı Skinner Psikolojisi Arasındaki Benzerlikler konusundaki doktora çalışması (Bu tezin bir kopyasını Vatikan arşivleri ya da ABD Library of Congress'inin Fazla Bilimsel Yayımlar bölümünde bulabilirsiniz. Arayacağınız başlık: Similarities Between Exorcistic Prayers and Skinner's Behavioristic Psychology) ile ün salmış Boston'lu kardinal Agop Şeytançıkaryan, şirketin özel jetiyle en yakın hava alanına getiriliyor. Bu arada da, Las Vegas'ta sırf sol eliyle poker oynamasıyla ün kazanmış, emekli büyücü Joseph Kornası-Ötmez'i alıp getirmek üzere şirketin bir değil, iki helikopteri acele Nevada'ya gönderiliyor.

Saçları Sivrl'nln öyküsüne Geri Dönüyoruz

İşin püf noktası burada: karşımda şaşkınlıklar içinde oturan adaya anlatageldiğim öykünün tam burasında, önceden planladığımız üzere telefonum üç kere çalıyor, önce aldırmıyorum, dördüncü çalışta telefonu açıp sert bir sesle, Ne var? Görüşemedim diyorum. Sonra çok önemli bir şey duymuş gibi, Öyle mi, öyle mi diyorum. Sonra dalgın gözlerle karşı duvara bakarak. Özür dilerim, çok özür dilerim diyerek, odamdan çıkıyorum. Aday odamda yedi dakika on beş saniye yanlız bırakılıyor. Bu sürenin yedi dakika onbeş saniye olması çok önemli; çünkü Profesör Thopra'nın o güne kadar Iaboratuvarda yaptığı deneyimlere göre, şempazelerin yüzde sekseninde boş dururken sıkılmaya başlamaları üç dakika yetmiş saniye alıyor. Insanlarda ise, istatistik uzatımlar yapılırsa, bu süre yedi dakika ondört saniye olarak görülüyor. Odada yalnız bırakılan aday, böyle yavaş yavaş sıkılma doğru kayarken, arkamda duran takvimin gizlediği üç delikten Thopra'nın üç öğrencisi adayın yüz ifadesini dikkatle izliyor. Ne yazık ki, biliyorsun, böyle şeyleri izinsiz olarak filme çekmemiz anayasamızca yasak). Benim odadan ayrılışımdan yedi dakika on beş saniye geçtikten sonra, hemen hemen aynı anda Thopra'in öteki iki öğrencisi biri kızılderili büyücü kılığında, öteki tam teşkilat bir katolik papazıkılığında odaya girip yerleri süpürmeye başlıyor. Bu deneyimin en önemli anı: aday önce hangisine bakıyor? Öne doğru eğiliyor mu? Ayağa kalkıyor mu? Öne eğilerek mi ayağa kalkıyor? İşte Thopra'nın çağ açıcı kuramına göre, bu her küçük ayrıntı adayın yaratıcılık ve konusunu ne ölçüde sağlam, bildiği konusunda çok önemli bir ip ucu veriyor .

Öyküsünün burasında, Bay Saçları Sivri, durup derin bir soluk alıyor, yine gözleri sanki tavanda koşuşan bir küçük böceğin ardından koşuşuyor. Birden çok büyük bir keşif yapmış bir bilim adamı gibi, bu anlattığım öyküden bir güzel karikatür dizisi çıkmaz mı, diye haykırıyor. Önce öykünün arka düzlemini anlatıyoruz. Sonra her bir karede birer birer seninkileri görüyoruz. Bir yanda kızılderili, bir yanda Papaz, baş mühendis Felix iskemlenin üstüne sıçramış, bir kare bu. Öteki bir karede, Dexter kapıya doğru koşuyor. Başka bir karede Dilbert iskemlenin altına saklanmış, Dogbert, Dogbert, yardım, yardım diye bağırıyor. Son karede de ben profesörün öğrencileri ile takvimin sakIadığı aynanın arkasında katıla katıla gülüyoruz. Şu Sam'ı anlamıyorum doğrusu... böyle güzelim...

Saçları Sivri sözlerinin burasında ansızın yerinden sıçrıyor. Az birşey de kıkırdamaya başlıyor. Şaşkınlığım geçer geçmez anlıyorum ki, cep telefonunu sessize koymuş, titreşim Sivri'nin göbeğini gıdıklıyor. Bir tabanca çeker gibi, telefonunu kemerinden çıkarıyor. Minik ekrandaki numarayı görür görmez de, özür dilerim, Ednin, özür dilerim Ednin, diyerek odamdan çıkıp gidiyor.

Amy Van Furyan Odamda

Sevgili Nezih Bey, olayların burasında ben iyice bir umutsuzluk içine giriyorum. Ne size başladığım mektubu sürdürebiliyorum, ne az önce demlediğim çayımı şöyle bir ağız tadıyla içebiliyorum. Nitekim, acaba öğlen yemeğine gitme zamanı geldi mi diye saatime bakarken personel bölümü müdiresi, Amy Van Furyan odam da bitiyor.

Bunun da alı al moru mor. Galatasaray'da hocamız olsa, mutlaka Mayın Nebahat diye ad takacağımız bir görünümde bir kadın bu Amy. Her davranışı, her sözüyle mühendislerin personel bölümüne anti-personel bolümü demesinin ne denli yerinde olduğunu bir bir kanıtlıyor.

Ednin, diyor Amy Van Furyan.

Artık burama gelmiş. Adnanbey diyorum, benim adım Adnanbey.

Öyle mi diyor, ama bizim kayıtlarımıza göre...

Sizin kayıtlarınızda bir yanlışlık olmuş diyorum, bilgisayar adımın son üç harfini yutmuş, benim adım Adnanbey.

Peki öyle olsun, Edninboey diyor. Ama durum çok ciddi. Sivrinin söylediğine göre 1) Sivri'nin bölümündeki mühendislerle kendisinin izni olmadan konuşuyormuşsunuz, 2) Mühendislerle mühendislikIe ilgili olmayan konularda konuşuyormuşsunuz.

Bakınız diyorum, sabırsızlığımı saklamaya uğraşmadan. Bir kere sözünü ettiğiniz mühendis benim odama geldi. Ben kimseyi buraya davet etmedim. Ikincisi konuştuğumuz konu da ola ola bilgisayarcı meslek yaşamımızdan karikatür konusu çıkıp çıkmayacağı, mizahın yaşamımıza getirdiği ferahlık gibisinden konular. Üstelik de... Oo, diye sözümü kesiyor Van Furyan, bir an durup masamın kenarında duran elektrikli demliğe bakıyor. Biliyorsunuz diyor, odalarınızda, bilgisayarla ilgili olmayan elektrikli malzeme bulundurmak, şirketin güvenlik kurallıklarına göre yasak. Hem yangın tehlikesi, hem terorist merorist...

Boynum bükük demliğimin fişini prizden çıkarıyorum. Immm, nerde kalmıştım diyerek, mühendislerin üç kuruşluk dediği aklını toparlamaya çalışıyor Amy.

Mizah dediğiniz şeyin iş hayatı için ne denli zararlı olduğunu bilmiyor musunuz? Sloan School of Management'da yapılan son çalışmalar ne ortaya koydu, duymadınız mı? İnsan yüzünün kasları düz bir- surata oranla, somurturken yüzde üç, ağlarken yüzde otuz sekiz daha çok enerji harcıyor. Bu birşey değil, bu enerji kaybı gülümserken yüzde otuz beş, gülerken yüzde kırk iki eşiklerine ulaşıyor. Elbette çalışanlarımızın oturup ağlamasını somurtuk bir suratla ortada gezmesini istemeyiz; ancak gülümsemek gülmek adına da, şirketimizin değerli zamanını, karşılığında yüzbinlerce dolar ödediğimiz enerjilerini çarçur etmelerine de izin veremeyiz.

Amy birşeyler söylemeyi sürdürüyor. Bu konuda yöneticelere ayrı, mühendislere ayrı, pazarlamacılara ayrı bir seminer hazırlamalıyım diyor. Ben ise ekranımda bir aşağı yukarı dans eden topa, ekran koruyucuma bakıyorum. Şöyle bir karikatür geliyor gözlerimin önüne. Dilbert'i elektrikli iskemle gibi bir iskemleye oturtmuşlar elleri, kolları bağlı, yanaklarına beşer-onar elektrik teli bağlamışlar. iskemlenin sol yan arkasında duran Bay Saçları Sivri bir şaltere sarılmış, yüzünde şeytanca bir gülümseme; Dilbert'in elektrik şokundan bütün vücudu gerilmiş, gözleri yuvalarından oynamış; sağ tarafta arkada duran Amy Van Furyant; hem duvara yansıtılmış bir Dilbert karikatürüne bakıyor hem önündeki bir gülümseme-ölçerden sonuçları okuyor: Bu kez yüzde yirmi beş daha az enerji harcadı, Iütfen 370 volt veriniz.

Gözlerimi bilgisayarımın ekranından ayırdığımda, Amy Van Furyan'ın odamdan çıkmış olduğunu görüyorum. Karnım saatin, öğlen yemek zamanını çeyrek geçtiğini söylüyor.

Sevgili Nezih Danyal, ABD'de özel sektörde çalışmak böyle! Yalnızca, sekizden beşe, nerede sekizden beşe" sekizden sekize zamanınızı değil, tüm ruhunuzu kapitalizme satıyorsunuz. Değil oturup kalem tadıyla bir yazı yazmanıza, böyle yazıyı neden yazamadığınızın özürlerini iletecek bir mektubu bile kağıda dökmenize izin yok. O bakıma bu yıl da kusuruma bakmayasınız. İnşallah, gelecek yıla diyelim. Bu arada sağlıcakla kalınız.





 
Bu site Kültür ve Turizm Bakanlığı Bilgi Sistemleri Dairesi Başkanlığı tarafından hazırlanmıştır.
Bu sayfa 4389 kez gösterilmiştir.