Oyun kavramına genel bir yaklaşımla baktığımızda, bunun sadece bir eğlence,
bir boş zamanları değerlendirme veya hareket etme olmadığını, birçok oyunda
çocukların çevrelerindeki büyükleri bazı yönleri ile taklit ettiklerini görürüz.
Kendi duygularını, kurdukları hayalleri ve yapmak istedikleri hareketler ile
söyledikleri sözleri, kaygı ve üzüntüden uzaklaşıp, onların üstüne yükselmeyi ve
bundan da özel bir zevk almayı amaçladıklarını da anlamaktayız. Aslında öyle
veya böyle, içinde yaşadıkları hayatın da kendisi, başlangıcı, sonu ve kuralları
olan bir oyundan ibaret değil mi?..
Türkiye’de çocuk oyunlarına şöyle bir göz attığımızda da hemen her yörede çok
zengin bir hareketlilikle ve yaratıcılıkla karşılaşmaktayız. Oyunların gerisinde
yatan düşünce ve inançların yüzlerce yıldan beri hemen hemen hiç değişmeden
sürüp gittiğini de söylememiz mümkündür. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde beş taş
oyununun kuraklık ve kıtlık getireceğine inanıldığı gibi, çömçe gelin veya
godugodu tekerlemesi ile başlatılan oyun sonunda mutlaka yağmur yağması
beklenir.
Çocuk oyunları, yapılarına göre bir ebenin belirlenmesiyle başlar. Ebe
seçiminin yapılması, kendi içinde bir ezgisi bulunan bir sayışmaca veya
tekerlemenin bütün oyuncular arasında elemesi ile sonuçlanır. Ezberlenmesi
kolay, uyaklı ve hatta alliterasyonlu bir güzellik içinde yer alan cümle
parçacıkları ile çocuklar bir yandan da bir tür dil eğitimini yapmış, dillerinin
kıvraklığını ve söyleyiş güçlerinin sağlamlığını küçük bir çaba harcayarak
sağlamış olurlar. Bu bakımdan da çocuk oyunlarının ayrı bir önemi ve değeri
bulunmaktadır. Ancak bu oyunlarda ortaya çıkabilecek en önemli sonuç, çocuğun
toplum hayatına alışması, arkadaşlarıyla bazı kurallara uymayı öğrenmesi, ödül
ve cezanın birlikte göz önünde tutulmasıdır. Böylece çocuk sosyalleşmeyi de,
arkadaş ilişkilerinin nasıl olması gerektiğini de, yenmenin yanı sıra yenilmenin
mevcut bulunduğunu da, kendi çapında bir eğlence içerisinde ve kolaylıkla
öğrenebilmektedir.
Hemen hemen bütün yörelerde oynanan çocuk oyunlarının yüzlerce yıldan beri
süregelen geleneksel yapıları ve çocuk oyunlarının özellikleri pek
değişmediğinden, günümüz oyunlarının konularının, gündelik hayatın birtakım
olaylarından, gelecekle ilgili düşünce ve hayallerden, arkadaş seçiminden, bazı
becerileri çevrelerine kanıtlamaktan vb. alındığı görünmektedir. Kız ve erkek
çocukların hem cinsiyetlerine, hem içinde bulundukları yaş gruplarına ve hem de
kendi beden gelişmelerine ve yeteneklerine bağlı olarak farklı oyun gruplarında
yer aldıklarını görürüz. Dolayısıyla yüzlerce oyun, farklı yönlerden
gruplandırmalar içinde araştırmalara konu olabilir. En yaygın çocuk oyunları arasında saklambaç, üç/beş/dokuz taş, uzun eşek, ip
atlama, güvercin takla, evcilik, esir almaca, köşe kapmaca, kare kapmaca, elim
sende, elim elim epelek, cız, yağlı kayiş, el kızartmaca, aşık, ceviz, misket,
topaç, seksek, kukalı saklambaç, yakan top, istop, kara kedi, bekçi baba,
kulaktan kulağa, kadı çavuş, aç kapıyı bezirgan başı, zıp zıp, birdirbir, kara
kedi, el el üstünde kimin eli var, kırmızı beyaz, misketli kuyu, dilsiz,
güldürmece ve daha nicelerini görmemiz mümkündür. Bu konuda Kültür Bakanlığı ile
bazı özel yayın evlerinin hazırlattığı kitaplarda daha yüzlerce oyun, oyun
tekerlemesi veya sayışmacası, ödüller veya ceza uygulamalarını bulmak mümkündür.
Çocukları gelecekteki hayatlarına hazırlayan, dil, beceri ve yeteneklerini
geliştiren, duygu, düşünce ve hayal dünyalarının sınırlarını genişleten,
arkadaşça paylaşmayı ve dayanışmayı öğreten, ödüllendirme ve cezalandırma
sonuçlarının başarıya göre belirlendiğini gösteren, gelenekselliğini sürdürürken
yeni gelişmelere de ayak uyduran bir bütünlük içinde çocuk oyunlarını
değerlendirmek, bu oyunları gerçek kimliği ile doğru yerine oturtmuş olmak
demektir. Sayışmacalara örnekler arasında “baş parmak, badem parmak, orta direk, gül
menekşe, küçük Ayşe” denilerek çocuklara beş parmağın öğretilmesi
gösterilebilir. Moda olarak bilinenler de sayışmacalarda dile getirilir. Söz
gelimi, “elma attım denize, geliyor yüze yüze, ben vuruldum Filiz’e, Filiz Akın
evi yakın, onu seven Cüneyt Arkın, kına kına kın”. Son hece kimin üzerinde
işaretlenirse o ebe olmaktan kurtulup sıradan çıkar, kalanlar yine hece hece
işaret edilerek bu sözler tekrar edilir. Nihayet en son kalan ebe olur. Dil zevkini pekiştirenlerin uyaklı, alliterasyonlu bir başkası da, “hastayım
hasta, canım ister pasta, kalk gidelim dansa, orda yersin pasta” diye söylenip,
bazı gerçekleri de gösterirken, ormanlık bölgelerde de bu arada çevre
vurgulanır: “Ulu orman uludur, dereleri suludur, yüce dağlar koludur, meşeyle
çam kokuludur; çamdan çıra yakanlar, birbirine bakarlar, ocağa nacak takarlar,
çıra yandı ocaktan, dumanı tüttü bucaktan”. Güncel olayları anlatan sayışmacalar arasında II. Dünya Savaşı sırasında
derlenen şu sayışmaca da yıllar ötesinde kalan ve bazı gerçekleri de vurgulayan
halk düşüncelerini yansıtmaktadır: “Bir-iki-üçler, yaşasın Türkler;
dört-beş-altı, Polonya battı; yedi-sekiz-dokuz, Ruslar domuz; on-onbir-oniki,
İtalya tilki; onüç-ondörtonbeş, Fransa kalleş; onaltı-onyedi-onsekiz, haydut
Portekiz; ondokuz-yirmiyirmibir, Cennet’in yolunu kim bilir?
|