ANIT HEYKELLER
Cumhuriyet’in ilk yıllarında gerek ülkede yeni düzeni yerleştirilmesi,
gerekse ulusal bilincin uyandırılıp güçlendirilmesi düşüncesinden hareketle
büyük kentlerin meydanlarına kurtuluş sonrası Cumhuriyet ve ilkelerini konu alan
anıtların diktirilmesine ideolojik olarak gereksinim duyulur. Ne var ki, bu
dönemde henüz bu anıtları yapacak yetkinlikte yetişmiş Türk heykelciler olmadığı
için ilk Cumhuriyet anıtları, Avrupa’da ilişki kurulan bazı sanatçılara
yaptırılır. H. Krippel (Avusturya), P. Canonica (İtalya), Thorak ve Hanak
(Almanya) ilk Cumhuriyet anıtlarını yapan yabancı sanatçılar olurlar. (Gezer
1973: 14) Osmanlı döneminde 1911 yılında dikilen Abide-i Hürriyet ve 1914
yılında dikilen Tayyare Şehitleri Anıtı figürsüz dikili taş formunda ve ilk
anıtlardır. H.Krippel tarafından yapılan ve 1925 yılında İstanbul Sarayburnu
Parkına dikilen Atatürk heykeli ise, Cumhuriyetin ilk figürlü anıtı olur. Daha
sonra Krippel Ankara Ulus Meydanı Atlı Atatürk, Samsun Atlı Atatürk, Afyon Zafer
ve Konya Atatürk Anıtlarını yapar. Pietro Canonica, Ankara Etnografya Müzesi
Atlı Atatürk (1927), İzmir Atlı Atatürk (1932), İstanbul Taksim Meydanı
Cumhuriyet Anıtı (1928), Ankara Zafer Meydanı mareşal üniformalı Atatürk
heykelini (1927) yapar. Anton Hanak ve Josef Thorak da Ankara Güven Anıtı’nı
yaparlar (1935). (Gezer 1973) Kuşkusuz, savaş sonrası savaşın trajik sahnelerini
ve büyük kurtarıcıyı temsil eden bu anıtların kent meydanlarında görülmesi
toplumda büyük bir coşku ve heyecan yaratacaktır. Dolayısıyla da hem bu anıtları
yaptıranların, hem de izleyenlerin anıtların sanatsal yönü, başarısı ya da
başarısızlığıyla ilgilendikleri düşünülemez. Anıtlar karşısındaki duyarlılık ve
etkilenim, anıtın işaret ettiği olaylar, ilk kez karşılaşılan figüratif betimlemedeki batı heykel geleneğinden gelen akademik
beceri ve teknik yeterlilikten olsa gerektir. Oysa bu anıtların birçoğu sanatsal
ve anıtsal yönden dönemin sanat otoritelerinden başarısızlıkları yönünde
eleştiri alırlar. (Tansuğ 1986: 205-206)
1930’lu yıllara gelindiğinde ise,
Cumhuriyet anıtlarının ancak Cumhuriyet ve devrimlerini gerçek anlamda
duyumsayabilecek Türk heykeltıraşlarına yaptırılması gerektiğini öne süren
kampanyalar sonuç vermeye başlar ve Türk heykeltıraşlar böylece anıt yapımında
devreye girerler. İlk Cumhuriyet kuşağı olarak adlandırılan heykeltıraşlardan
Ratip Aşir Acudoğlu (1898-1957) 1932 yılında Menemen Şehit Kubilay Anıtı’nı
yapar. Ardından pek çok Türk heykeltıraşı zaman içerisinde (Cumhuriyet döneminin
ilk temsilcileri olarak başta Ali Hadi Bara, Zühtü Müridoğlu, Nusret Suman,
Akademiden Belling’in öğrencileri olarak mezun olan Hüseyin Özkan, Hüseyin
Gezer, İlhan Koman, Turgut Pura, Mehmet Şadi Çalık, Belling-Zühtü Müridoğlu ve
Hadi Bara atölyesinden mezun olan Gürdal Duyar, Tamer Başoğlu, Hüseyin
Gezer-Şadi Çalık atölyesinden mezun olan Namık Denizhan, Mehmet Aksoy, Ferit
Özşen, Rahmi Aksungur ve 1960’lı yıllar ve sonrasında Ankara Gazi Eğitim
Enstitüsü Resim-İş Bölümünden yetişmiş Burhan Alkar, yine aynı kurumdan Remzi
Savaş, Cengiz Çekil, Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulundan yetişmiş Haluk
Tezonar ve Tankut Öktem olmak üzere) ülkenin değişik kent ve yerleşim
birimlerinde yer alan Atatürk, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin ilkelerini konu
alan anıt heykeller yaparlar. Dolayısıyla gerek Kurtuluş Savaşı sonrası Cumhuriyet ideolojisini, gerekse yeni devlet ideallerini ve Atatürk’ün güçlü
kişiliğini yansıtmaya yönelik bir amaç çerçevesinde olmak üzere rejimin talebi
doğrultusunda Türk heykel sanatı Cumhuriyet’le birlikte özellikle anıt
heykeltıraşlığında etkinlik kazanır. Şüphesiz bu konuda sanatçıların üzerinde
herhangi bir baskı kurulması söz konusu bile değildir. Zira, o dönemin bütün
sanatçıları devrime inanmakta ve Cumhuriyet ideallerine bir sanatçı olarak
katkıda bulunmayı, sanatçı kişiliklerinin kaçınılmaz bir gereği olarak
değerlendirmektedirler. (Özsezgin 1986: 92)
Ancak şunu belirtmekte fayda vardır ki, bir bakıma toplumun figürlü sanatla
karşılaşması bakımından son derece önemli bir etkisi olan anıt heykelciliği,
aynı zamanda bir geçiş döneminde bulunan Türkiye’de heykel sanatçılarımızın
gerilemesine neden olan kimi olumsuzlukları da beraberinde getirmiştir. Zira,
anıt heykellerin başlangıçta sayıları zaten çok az olan sanatçılarımızın
sanatsal uğraşlarının büyük bir bölümünü kaplaması onların çağdaş atılımlarda
bulunmalarını engellemiş, dolayısıyla verilmiş konu çerçevesinde, figüratif bir
anlayışa bağlı kalarak, sanatçının özgürce yorumlamalara gidemediği bu türden
çalışmalar Türk heykel sanatında yenilikçi, özgün yaratıların ortaya
konulabileceği bir sanat ortamının oluşumunu geciktirici bir etki yaratmıştır.
Diğer yandan Atatürk ve Cumhuriyet anıtları, Cumhuriyet’in ilk yıllarında
ciddiyet ve sorumluluk bilinciyle, devletçe oluşturulan uzman jürilerin seçim ve
denetiminde yaptırılırken, özellikle 1950’li yıllardan günümüze, bu alandaki
sanatsal yetkinlik ve kamusal sorumluluğun yitirildiği görülmektedir. Böylesi
bir sorumluluğun yitirilmesiyle birlikte devlet kurumlarınca açılan yarışmalar
sonucu yaptırılanlar dışında, özellikle Atatürkçülüğün politik malzeme edilmesi,
yaptıran ve yapanlar için çıkar kapısı olarak görülmesi, denetimsizlik, nasıl ve
ne şekilde yaparsan olur mantığı, sorumluların sorumsuzluğu, kültürsüzlüğü, işin
alanın uzmanlarına değil de amatörlere yaptırılması gibi nedenlerden dolayı,
Atatürk anıtları son 20-25 yıldan bu yana adeta ülkenin her köşesinden taşan
kirlilik nesnelerine dönüşmüştür. Bugün, birçok devlet yapısı, askeri yapılar,
kasaba ve kent meydanlarını işgal eden bu çalışmalar anıtsal değerlerden yoksun
oldukları gibi, aynı zamanda ne estetik ne de tarihsel coşkuya kaynaklık eder
durumdadırlar. Dolayısıyla toplumda Cumhuriyet’in ideallerini yaşatma
doğrultusundaki amacın tam tersini gerçekleştirir olmuşlardır. Türk şehirciliği
ve mimarlığının geleneksel olarak meydan düzenleme ve anıt alanıyla bir
ilişkisinin olamaması, bu nedenle de yapılan birçok anıtın kentsel tasarımın
gereği olarak kentsel tasarımla diyalog içinde gerçekleştirilememesi ise anıt
heykelciliğinde bir başka önemli sorundur. Bugün birçok büyük kentte anıtsal
anlamda bir plâstik konulabilecek uygun mekân bulabilmek neredeyse olanaksızdır.
Mimaride de durum aslında pek farklı değildir. Bina tasarımcıları tasarımlarında
heykel gibi bir elemanı henüz kullanmamaktalar. Kaldı ki, bu alanda bir talep
olsaydı eğer, Atatürk ve Cumhuriyet anıtlarının klişe döngüsünden kurtulacak
heykeltıraşlar tarafından İlhan Koman’ın, Şadi Çalık’ın, Kuzgun Acar’ın, Ali
Teoman Germaner’in mimarî mekânlarda gerçekleştirdikleri çalışmalarda olduğu
gibi örneklerine çok az da olsa rastlanan türden, Türk heykel sanatının bu
alanda özgün yapıtları yaratılabilirdi. (Gezer 1984)
|