OSMANLI DÖNEMİ (1299-1922) Yaklaşık 600 yılı kapsayan bu dönemde, Türk müzik kültürünün üç ana türü olan
halk müziği, geleneksel sanat müziği ve geleneksel askeri müzik, 19. yüzyılın
ilk çeyreğine kadar Türk müzik yaşamına bütünüyle egemen olmuş, 1826’dan
başlayarak İstanbul’un saray çevresinde uluslararası sanat müziğinin örnekleri
de seslendirilmiştir.
Tarih içinde kendi köklü geleneğini oluşturarak halkımızın duygu ve
düşüncelerini dile getiren halk müziğimiz, yalınç, içtenlikli bir anlatımla
toplumun genel, ortak anlayışını, yaşam ve beğeni biçimini, umutlarını,
özlemlerini temsil etmiştir. Kırsal kökenli ve din dışı özellikte olan Türk halk
müziği, şiirden de güç alarak halkın sorunlarına eğilmiş, ustalıklı ezgisel
ifade düzeyini geliştirmiştir. Bu müziğin önde gelen özellikleri, makamsal,
anonim ve din dışı olmasıdır. Bütün formlarında geleneksel Türk müziğinin perde
dizgesi kullanılmıştır. Ezgiler bezeklidir, sekilemeler yoğun biçimde yer alır.
Ritmik açıdan ise “usûllü” ve “usûlsüz” olarak ikiye ayrılır: Kırıkhavalar,
uzunhavalar. Kırıkhavalar, genelde “türkü” adıyla tanınan ritmik ezgilerden
oluşur. Bu grupta yer alan formlar, koşma, varsağı, mâni, karşılama, semai gibi
adlarla belirlenmiştir. Uzunhavalar ise doğaçtan söyleniyor izlemini veren
usûlsüz ezgilerdir. Çeşitleri genellikle bölgesine göre adlar almıştır: Maya,
bozlak, hoyrat, gurbet. Halk müziği formları yalındır, genellikle bir bölümlü biçimden oluşmuştur.
Seslendirme öğeleri ise üç yönden önem kazanır: Ağız, tavır, düzen. Osmanlılar döneminde halk müziğimiz, kırsal kesimde yaşayan yoksul nüfus ile
yönetici konumundaki üst kesimin çelişkilerini halk adına dile getiren bir işlev
de taşımıştır.
Lavta; görünümü uda benzeyen telli çalgının en belirgin özelliği,
tellerinin parmakla çekilerek çalınmasıdır. 16. ve 17. yüzyılda Avrupa'da da
kullanılmış olan Lavta, Türk müziğinde 19. yüzyılda yoğun şekilde
kullanılmıştır. Avrupa'da kullanılan örneklerinden ayırmak için Alaturka Lavta
adıyla da anılan Türk Lavtası'nın uda göre en önemli farkı, sapının perdeli
oluşudur. Geleneksel Türk sanat müziği, soylu, derinlikli özellikleriyle “divan
musıkisi”, “klâsik Türk müziği” gibi adlarla da anılmış, özünde daima kentsel
Osmanlı müziğini temsil etmiştir. Bu müzik, dinsel ve din dışı olmak üzere ikiye
ayrılır. Dinsel yönüyle “cami müziği” ve “tasavvuf müziği”ni kapsar. Din dışı
formların önde gelenleri, şarkı, aranağme, gazel, taksim, peşrev, medhal, saz
eseri, semai, beste, kâr, kâr-ı natık ve fasıl’dır. Türk müziğinin teorik temelleri, 15. yüzyılın başlarında Maragalı Abdülkadir
tarafından geliştirilmiş, bu bilgini 15. yüzyılda Hızır bin Abdullah ve Ladikli
Mehmet Çelebi gibi teorisyenler izlemiştir. Geleneksel sanat müziğimizin gelişimi, 16. yüzyıldan başlayarak yükseliş
göstermiş, dinsel ve din dışı büyük formlarda bestelenen eserler, müziğimizin
derin ifadeli, dokunaklı anlatımını örneklemiştir. 17. Yüzyılın önde gelen
bestecisi Hafız Post’tur (1620?-1694). Bu yüzyılda, Lehistan asıllı Ali Ufki
Bey, batı notasyonundan yararlanarak geliştirdiği özgün müzik yazısıyla 400
kadar eseri, “Mecmua-i Saz-ü Söz” başlıklı kitapta toplamış, Kantemiroğlu adıyla
tanınan Prens Dimitrius Cantemir (1673-1727) ise “Ebced” olarak bilinen müzik
yazısıyla 349 çalgı müziği eserini yazıya geçirerek müzik tarihimize çok değerli
bir koleksiyon bırakmıştır. Türk müziğinin en büyük bestecilerinden biri, yazdığı dinsel ve din dışı
büyük formlarla tarihe geçen Buhurizade Mustafa Itrî Efendidir (1638?-1712). Bir
“Lale Devri bestecisi” olarak ün kazanan Tanburî Mustafa Çavuşun (ölümü 1745
dolayları), din dışı büyük ve küçük formdaki eserleri günümüzde de
seslendirilmektedir. Itrî’den sonra yaşamış en yetenekli bestecilerden biri olarak öne çıkan
İsmail Dede Efendinin (1778-1846) yaklaşık 500 eserinden günümüze 288’i
gelebilmiştir. 19. Yüzyıla girerken, kendisi de bir besteci olan Sultan III.
Selim’in hazırladığı ortam, geleneksel müziğimizdeki gelişimi hızlandırmıştır.
Onu izleyen Sultan II. Mahmut da yenilikçi bir hükümdar olarak müzik yaşamımıza
sağladığı olanaklarla anılır.
Dr. Suphi Ezgi (1869-1962), tıp doktoru olmasına rağmen, yaptığı
çalışmalarla, Türk Müziği ses sisteminin bilimsel temellere oturtulması
konusunda büyük katkılarda bulunmuştur. 1923 yılında emekliye ayrıldıktan sonra,
tamamen müzikle ilgilenmiş, 1932 yılında Belediye Konservatuvarı Türk Musikisi
Tetkik ve Tasnif Heyeti üyeliğine getirilmiştir. 1947'ye kadar süren bu görevi
sırasında unutulmaya yüz tutmuş birçok eserin notasını yayımlamıştır. 1933 ile
1953 yılları arasında 5 cilt olarak yayınladığı Nazari ve Ameli Türk Musikisi
adlı çalışmasında, Türk Müziğinde makamları ve usulleri tanımlayıp
sınıflandırmıştır. Hüseyin Sadettin Arel ile birlikte ortaya koydukları ve
Arel-Ezgi sistemi olarak anılan kuram ise, Türk Müziği öğretiminde ve yorumunda
yaygın bir kabul görmüştür.
19. Yüzyılın ikinci yarısında şarkı bestecisi yönüyle öne çıkan iki büyük
yetenekle karşılaşılır: Hacı Arif Bey (1831-1885) ve onun öğrencisi Şevki Bey
(1860-1891)
20. Yüzyılda geleneksel sanat müziğimiz, köklü bir birikim olan “klâsik”
üslûbu bu yüzyılın ilk çeyreğinde korumuştur. Tamburî Cemil Bey (1871-1916),
tarihimizin en değerli çalgı müziği bestecilerindendir. Dr. Suphi Ezgi
(1869-1962), Rauf Yekta Bey (1871-1935) ve Hüseyin Saadettin Arel (1880-1955)
gibi besteci, teorisyen ve müzikologlarımız, geleneksel müziğimizin bütün
yönleri ve değerleriyle günümüze ulaşmasını sağlamışlardır. Geleneksel yönüyle Türk askerî müziği, ortaçağda Asya’daki “Tuğ” adı verilen
çalgı topluluklarıyla boy vermiş, Anadolu Selçuklu Devleti’ndeki “Tabılhaneler”
de bir eğitim disiplini çerçevesinde geliştirilerek Osmanlılarda “Mehterhane”ye
dönüşmüştür. Görkemli ses gücünün icra gösterisi özelliğiyle etkileyici olan
mehter müziğinin seslendirilişinde geleneksel üflemeli ve vurmalı çalgılar
kullanılmıştır. Özellikle 1683 Viyana kuşatması sırasında Avrupalıları etkileyen
mehter müziği, aksak ritimleri ve geleneksel çalgıların ses renkleriyle batılı
bestecilerin ilgisini çekmiş, “Türk stili” anlamına gelen “alla turca” stil
giderek yaygınlaşmıştır. Haydn, Mozart, Beethoven, Weber, Brahms gibi
besteciler, “alla turca” stilde eserler yazmışlardır.
Mehterhane, 1826 yılında yeniçeri ocağıyla birlikte kapatılmış, Fatih Sultan
Mehmet tarafından geliştirilen bu köklü askeri müzik geleneği yerini bando
topluluklarına bırakmıştır. 19. Yüzyılın Osmanlı müzik yaşamında gözlenen ilginç bir değişim, özellikle
1839 Tanzimat Fermanı’ndan sonra hızlanan batılılaşma eğilimlerinin müzik
alanında canlılık kazanmasıdır.
|