MEMLEKET ŞİİRİ Atatürk’ün hayatta bulunduğu bu ilk devrede şiirin manzarasına baktığımızda
ilk olarak şöhretini önceki dönemlerde yapmış şairlerin şiirleriyle
karşılaşırız. Şiir dünyamızda Tanzimat’tan bu yana her devirde büyük bir şair
olarak kabul edilen Abdülhak Hamit (Tarhan), Servet-i Fünûn Edebiyatının önde
gelen şairlerinden Cenap Şahabettin, Ali Ekrem (Bolayır), Hüseyin Siret
(Özsever), asıl şöhretini II. Meşrutiyet döneminde yapmış olan Ahmet Haşim,
Yahya Kemal (Beyatlı), Mehmet Akif (Ersoy) ve Mehmet Emin (Yurdakul) bu dönemde
ya son şiirlerini yazarlar ya da eski şiirlerin yeni baskılarını yaparlar.
Önceki kuşaklardan özellikle Ahmet Haşim ve Yahya Kemal, hem bu dönemin hem de
sonraki dönemlerin şiirinde sürekli bir etkiye sahip olmuş isimlerdir. Topluca yayımlanmamakla birlikte yine de şiirleri dillerde dolaşan Yahya
Kemal (1884-1958), özellikle şiir ve edebiyat konusundaki görüşleri ve edebî
sohbetleriyle yeni nesiller üzerinde çok etkilidir. Onun özellikle 1921
nisanında Dergâh’ta çıkan “Üç Tepe” ve 1936 ocağında Kültür Haftası’nda çıkan
“Memleket’ten Bahseden Edebiyat” yazıları sembolik bir değer taşır. İlk makalede
kastedilen üç tepe, Çamlıca, Tepebaşı ve Metristepe’dir. Burada şair
Cumhuriyet’ten sonra edebiyatın artık İstanbul’daki Çamlıca veya Tepebaşı yerine
Afyon’daki Metristepe’den konuşacağını anlatmak ister. Şiirde konuşulan
Türkçe’yi, “beyaz lisan” dediği Türkçe’nin kendine mahsus ses ve ahengini arayan
büyük şairin şiir ve edebiyat konusunda geliştirdiği formüller ve farklı
zamanlarda yayımladığı şiirler, birçok şair ve yazarın zihninde yer eder ve
büyük bir şair olarak da sık sık hatırlanır. Şiirini devrinin sorunlarından ve gündelik konulardan uzak tutan Ahmet Haşim
(1887-1933) ise hiç değişmeyen bir kelime kadrosu etrafında dönen ve sessiz bir
şarkıya benzeyen kapalı şiiriyle Cumhuriyet dönemi şairleri üzerinde daha çok
etkili olmuştur. Onun özellikle Piyale adlı şiir kitabının 1926’da yayımlanışı
edebiyat dünyasında büyük bir olay olur. Şiirleri ve kitabının önsözündeki şiire
dair fikirleriyle Haşim, Cumhuriyet’in bütün dönemlerinde ya hayranlık duyulan
ya da karşı çıkılarak bir alternatif oluşturulmaya çalışılan vaz geçilmez bir
isim olarak daima hatırlanmış ya da tartışılmıştır.
O kadar etkili olmalarına rağmen gerek Yahya Kemal’in gerekse Ahmet Haşim’in
şiiri, Atatürk devrinde ortaya çıkan genel şiir manzarasının gene de dışında
kalır. Bu dönemde benimsenen şiir, hece şairlerinden Faruk Nafiz Çamlıbel’in
(1898-1973) Anadolu’yu ve millî heyecanları anlatan şiiridir. Yahya Kemal’i çok
beğenmekle birlikte Atatürk devrinin destanî havasının tesirine kapılarak bu
dönemin özlediği şiirin dikkate değer örneklerini veren Faruk Nafiz’in bu
yoldaki en önemli şiiri, dönemin klâsikleşmiş şiir örnekleri arasında sayılan
“Han Duvarları”dır. 1922’de Ankara’ya geçtikten sonra Kayseri’ye öğretmen olarak
tayin edilmesi dolayısıyla buraya yaptığı yolculuğun bir hikâyesini veren Han
Duvarları, Türk Yurdu dergisinde 1925 ocağında yayımlanır. Hece vezniyle yazılan
şiir, ilk defa Anadolu coğrafyası ve insanıyla karşılaşan bir İstanbullu şair
veya aydının uğradığı şoku ve onun gözünden Anadolu’nun şaşırtıcı manzarasını
verir
ve şiirimizin Anadolu’ya yönelişini ifade etmesi bakımından sembolik bir
değer taşır. Sert ve acımasız Anadolu tabiatı, her biri bir gurbet ve ayrılık
hikâyesinin kahramanı olan hüzünlü ve dalgın Anadolu insanları ve kendisi de
gurbete çıkmış olan şairin bu insanlarla birleşen kaderi şiiirin esasını
oluşturur. Han Duvarları, Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış adlı bir halk şairinin kendi
dramını veren bir koşması -ki bu koşmanın her bir kıtası konakladığı hanların
duvarında şairin karşısına çıkar- etrafında örülmüş estetik açıdan da değerli
bir şiirdir. Böylece modern şairin şiiriyle halk şairinin şiiri, başka deyişle
yüksek edebiyatla halk edebiyatı birleşir. Han Duvarları bu bakımdan da
önemlidir.
1926-1929 arasında Atatürk’ün yakın ilgisi ve Maarif Vekâletinin desteğiyle
İstanbul’da basılıp Ankara’da dağıtılan Hayat dergisi, bu yılların fikir ve
edebiyat hayatında önemli bir rol oynar. Milliyetçilik ve çağdaşlık ilkelerine
inanmış bir kadronun çıkardığı ve dönemin önde gelen bütün fikir ve sanat
adamlarının toplandığı dergide yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin fikrî ve felsefî
temelleri oluşturulmaya çalışılırken bir taraftan da Atatürk ilke ve
devrimlerine uygun millî ve sosyal bir edebiyatın nasıl olması gerektiği
tartışılır. Memleketçi edebiyat eğilimine sahip birçok şair ve yazarın
eserlerinin yayınlamdığı Hayat’ta Faruk Nafiz’in de “Sanat” başlıklı bir şiiri
çıkar. Bu şiir Cumhuriyet’ten sonra ortaya çıkan yeni şiirin veya Anadolu
coğrafyası ve insanını anlatacak “Memleket Şiiri”nin bir çeşit bildirisi gibi
kabul edilebilir. Yabancı sanatlar karşısında millî zevk ve sanata, daha doğrusu
halk zevkine ve sanatına dönüşü ifade eden Sanat’ın son kıtası şöyledir:
Başka sanat bilmeyiz, karşımızda dururken
Yazılmamış bir destan gibi
Anadolu’muz.
Arkadaş, biz bu yolda türküler tuttururken
Sana uğurlar olsun,
ayrılıyor yolumuz!
Şairin bu yolda yazdığı şiirlerin önemli bir kısmı 1926’da yayımlanan Çoban
Çeşmesi’nde ve diğer kitaplarında toplanmıştır.
Memleketçi şiirin dikkate değer örneklerini Faruk Nafiz’den başka Millî
Mücadele’ye bizzat katılan Kemalettin Kamu (1901-1948) ve Ömer Bedrettin Uşaklı
(1904-1946) gibi lirik şairlerin eserlerinde de buluruz. Genel olarak memleket manzaralarını ve insanlarını tasvir eden ve gördükleri
karşısındaki izlenim ve duygularını dile getiren bu şairlere, şiirlerinde
folklor ve halk edebiyatı unsurlarına daha çok yer veren isimleri de katmak
gerekir. Bunlar arasında en önde gelen isim Ahmet Kutsi Tecer’dir (1901-1967).
Aslında II. Meşrutiyet döneminde Ziya Gökalp’ın makale ve şiirleriyle başlayan
halk edebiyatına ve folklora yöneliş, Cumhuriyet döneminde özellikle 1932
şubatında halkevlerinin açılışıyla büyük bir ivme kazanır. Ülkenin birçok şehir
ve kasabasında açılan ve 1951 yılında kapanışına kadar çok önemli toplumsal ve
kültürel faaliyetler gerçekleştiren halkevlerinin çıkardığı dergilerde çok
sayıda memleket şiiri yayımlanır. Doğrudan doğruya devlet yardımıyla çıkarılan
ve sayı olarak yetmişe ulaşan halkevi dergileri içinde 1932 şubatında bizzat
Atatürk’ün verdiği isimle çıkarılan Ülkü dergisi diğerlerinin öncüsü
durumundadır. Ülkü’nün yönlendirdiği halkevi dergileri arasında yer alan Yeni
Türk, Halk Bilgisi Haberleri (İstanbul), Fikirler (İzmir), Ün (Isparta), Kaynak
(Balıkesir), Taşpınar (Afyon), Konya (Konya), Karacadağ (Diyarbakır), İnanç
(Denizli), 19 Mayıs (Samsun), Gediz (Manisa), Başpınar (Gaziantep) dergileri
oldukça uzun süre çıkmış ve çevrelerinde çok etkili olmuşlardır.
Çoğunlukla
yörede çalışan öğretmenlerin yönettiği bu dergilerde Atatürk’ü ve devrimleri
yücelten şiirlerin yanı sıra Anadolu şehir, kasaba ve köylerini romantik ve
idealist bir bakışla anlatan çok sayıda şiir çıkmıştır. İnönü döneminde ise bu
şiirlerin biraz karamsar, gerçekçi ve eleştirici bir nitelik kazandığını
söyleyebiliriz. Bunlar memleketçi şiirin bütün bir Anadolu coğrafyasına
yayıldığını gösteren örneklerdir ve çoğunluğu
öğretmen şairler tarafından
yazılmıştır. 1930-1934 yılları arasında Sivas’ta öğretmenlik yapan Ahmet Kutsi
de buraya geldikten sonra halk şiir ve folklorunu, kendi şiirine yön verecek
yeni bir kaynak gibi keşfetmiş ve halk edebiyatı geleneğinin
çok canlı bir
şekilde yaşadığı Sivas’ta, 1931’de bir “Halk Şairleri Bayramı” düzenlemiş,
ertesi yıl da “Halk Şairlerini Koruma Derneği”ni kurmuştu. Bu sırada keşfettiği
Âşık Veysel (Şatıroğlu) (1894-1973), daha sonra gene onun çabalarıyla bütün ülke
çapında tanınan ve sevilen bir halk ozanı olmuştu. Birçok şiirinin yayımlandığı
Ülkü dergisini 1941-1945 yıllarında yönetmiş olan Ahmet Kutsi Tecer’in memleket
sevgisini anlatan hece şiirleri, şiirinin önemli bir kısmını oluşturur. Bu
şiirler, halkevi dergilerindeki diğer şairlerin şiirleriyle kıyaslandığında
estetik açıdan çok ileridedir. Ahmet Kutsi, heceyi kendine özgü bir şekilde
kullanmak bakımından da devrin diğer hece şairlerinden farklı bir konuma
sahiptir.
Folklorik unsurları şiirinde Ahmet Kutsi gibi başarılı bir şekilde kullanan
ressam Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun bazı şiirleri de bu çerçevede
değerlendirilebilir. 1933’te Paris’ten döndükten sonra dönemin şiirinde de
etkili olan, d Grubu ressamları arasına katılan Eyüboğlu’nun şiirleri çoğunlukla
1940’tan sonra yayımlanmıştır ve onun şiiri resmiyle birlikte yürür. Bazı şiirlerini Ankaralı Âşık Ömer takma adıyla yazan Behçet Kemal Çağlar
(1908- 1969)da güzel yurt köşelerini anlatan ve âşık gelenekleriyle beslenen bir
kısım şiiriyle memleket şairleri grubuna dahil edilebilecek bir şairdir. Ancak
onun şiirlerinin büyük kısmı, Türk devrimlerini ve Atatürk’ü retorik oyunların
ağır bastığı hamasî tonda bir hitabet üslûbuyla anlatan şiirlerdir. Bu şiirler
dolayısıyla o, çoğu zaman “devrim şairi” veya “Atatürk şairi” olarak
nitelendirilmiştir. Çağlar, Ankara’dan yürütülen halkevi çalışmalarına zaman
zaman yönetici olarak katılmış ve bir kısım şiirlerini Ülkü’de yayımlamıştır.
Özellikle Atatürk döneminde heceyle yazan birçok şairin Memleket Şiiri
çerçevesine sokulabilecek şiirleri vardır. Bu şairler arasında, Haluk Nihat
Pepeyi, Orhan Şaik Gökyay, Şükufe Nihal Başar ve Arif Nihat Asya’yı sayabiliriz.
Genel olarak bu çerçeve içinde düşünülmesi gereken Salih Zeki Aktay
(1896-1970), Ali Mümtaz Arolat (1897-1967) ve Mustafa Seyit Sutüven (1908-1969)
de memleket şiirleri yazmakla birlikte, Anadolu’nun antik çağlarına yönelmeleri
ve bu çağlara, daha doğrusu Yunan mitolojisine ait unsurlara şiirlerinde yer
vermiş olmalarıyla bir farklılık gösterirler. Şiirde çok başarılı olamayan bu
şairlerden günümüze Mustafa Seyit Sutüven’in “pitoresk içinde lirizmi
eritmesini” bilen ünlü Sutüven şiiri kalmıştır.
Anadolu’yu ve Anadolu insanını, Anadolu’nun çeşitli cephelerinde yürütülen
Millî Mücadeleyi, başta Atatürk olmak üzere bu mücadelenin büyük kahramanlarını
ve Türk devrimlerini heyecanlı ve zaman zaman destanî bir üslûpla anlatan
Memleket şiiri, özellikle 1929’dan sonra Nâzım Hikmet Ran’ın (1902-1963) elinde
farklı bir çehre kazanır. Nâzım Hikmet ve onu takip eden şairlerin elinde
memleket şiiri, Anadolu’yu ve Anadolu insanını çeşitli yönleriyle tasvir etmekle
yetinmeyerek ülkenin ve halkın problemlerini Marksist bir perspektiften
sergileyip bunları gene Marksist bir reçeteye göre çözüme kavuşturmak davasını
üstlenir. Böylece memleket şiiri farklı bir siyasî ve ideolojik mahiyet kazanır.
Ancak burada şekil ve üslûp bakımından da önemli değişmeler karşımıza çıkar ki
bizi daha çok ilgilendiren husus budur.
Başlangıçta kafiye ve vezne dayanan memleket şiirleri ve millî heyecanları
dile getiren şiirler yazan Nâzım Hikmet, 1921’de Ankara’ya geçip buradan ilgi
duyduğu Sovyet devrimi dolayısıyla sosyoloji ve ekonomi okumak üzere Moskova’ya
gitmiş ve orada tanıdığı Fütürist şair Mayakovski’nin etkisiyle Moskova’dan
1924’te farklı bir şiir görüşüyle dönmüştü. Aydınlık dergisinde yayımlanan yeni
tarzdaki siyasî şiirleri dolayısıyla hakkında başlatılan soruşturma yüzünden
1925’de Moskova’ya kaçan şair, siyasî şartları elverişli gördüğü bir zamanda,
yani 1928’de Türkiye’ye tekrar döner ve Zekeriya Sertel’in çıkardığı Resimli Ay
dergisinde eski şairler ve eski şiir aleyhinde açtığı bir kampanyadan sonra şiir
kitaplarını peşpeşe yayımlamaya başlar. Resimli Ay dergisinin haziran, temmuz 1929 sayılarında şairin “Putları
yıkıyoruz” başlığı altında Abdülhak Hamit ve Mehmet Emin Yurdakul’un şiirlerini
şiddetle eleştiren ve özellikle Abdülhak Hamit’in dâhi şair olmadığını ve
bunların şiirinin dönemin özlediği, aradığı şiiri hiçbir zaman temsil
edemeyeceğini iddia eden imzasız iki yazısı çıkar. Kendisinden önceki bütün şiir
anlayışına, dolayısıyla bu şiirin esasını oluşturan bütün şekil, içerik ve üslûp
normlarına karşı şiddetli bir tepkiyi ifade eden bu yazılar edebiyat dünyasında
bir tartışmaya yol açar. Yakup Kadri, Ahmet Haşim ve Hamdullah Suphi (Tanrıöver)
eski şairlere karşı bir haksızlık olarak niteledikleri bu saldırıya karşı çıkan
yazılar yazarlar. Nâzım bu yazıları her üç şahsiyeti de hicveden şiirlerle
karşılar. Bunun arkasından aynı yıl ilk şiir kitabı olan 835 Satır’ı yayımlar.
Bundan başka şairin 1929-1936 arasında sekiz şiir kitabı daha yayımlanır ve
bunlar dönemin edebiyat dünyasında geniş yankılar uyandırır. Bu şiir kitaplarında yer alan şiirlerde Nâzım Hikmet, çağının diğer
şairlerinden çok farklı bir yol izler. Serbest nazma geçişi gösteren bu
şiirlerde, eski mısra, beyit ve kıta biçimleri çeşitli basamaklara bölünerek
yeni mısralar, yeni “satır”lar oluşturulur. Bunlarda vezin ve kafiye tamamen
reddedilmemekle birlikte, vezinli her mısra bölünerek birkaç mısraya dönüşmüş,
kafiyeler de sürpriz etkisi uyandıracak bir şekilde şiirin çeşitli noktalarına
dağılmıştır. Bir çeşit grafik şiire dönüşen bu şiirlerde Türkçe’nin bütün ses
imkânlarından geniş şekilde yararlanılır. Şairin kendi terimleriyle söylersek
bunlar, o dönem şiirinin ve halk şiirinin “üç telli saz”ı yerine bir
“orkestra”nın gür ve zengin sesli ahengini vermeyi amaçlayan ve geniş halk
kitlelerine hitap etmek için yazılan meydan şiirleridir. Ahmet Haşim, “marş
nevinden birtakım heyecanlı havalar çalan” bu zengin orkestranın bir keman
telinin “titrek, uzak ve mahrem sesini” duyurmadığını söylese de bu şiirler,
gerek şekil gerekse ses alanında getirdiği yeniliklerle birçok şair ve yazar
tarafından heyecan ve hayranlıkla karşılanır. Nâzım’ın şiirinde modern resmin ve
sinemanın da önemli bir rolü vardır. Türkiye’de bulunduğu yıllarda sinema
sanatıyla uğraşan, senaryolar yazan ve birçok filmin çekiminde ünlü tiyatro
adamı ve yönetmen Muhsin Ertuğrul’la birlikte çalışan şair, konu ve kişilerini
uzak ve yakın plânlar hâlinde kelimelerle resmeden gelişmiş bir manzum hikâye
tarzını özellikle Salkım Söğüt ve Bahri Hazer gibi karakteristik şiirlerinde çok
başarılı bir şekilde uygular. Bir bütün olarak bakıldığında, onun şiiri şekil ve içerik bakımından çok
zengindir. Bu durum, şairin yaratma gücünden,, dünyayı bütün duyu organlarıyla
kavrama ve hemen her şeyi şiire sokma çabasından ve gözlem ve tasvir
yeteneğinden ileri gelir. Bütün bu yeniliklerine rağmen bu şiir, şiiri
fazlasıyla nesrin emrine vermek ve birçok örneğinde Marksist fikirlerin bir
propoganda âleti haline getirmek bakımından eleştirilmiştir. Sert ve keskin
Marksist fikirleri de şiiri edebiyat dışı ölçütlerle değerlendiren eleştiriler
de en fazla üzerinde durulan başka bir husus olmuştur.
1938’de Komünizm propagandası yapmak ve rejimi yıkmak iddiasıyla tutuklandığı
mahkeme tarafından 28 yıl hapse mahkûm edilen Nâzım Hikmet’in şiiri, bu tarihten
sonra fazla duyulmamış, Türk okuru onun yeni şiirleriyle ancak ölümünden sonraki
bir tarihte, yani 1965 yılında yayımlanan şiir kitaplarıyla yeniden
karşılaşmıştır. Bu tarihten günümüze kadar şiir dünyamızın gündeminde kalan,
lehinde ve aleyhinde birçok şey söylenen Nâzım Hikmet’in şiiri, özellikle
hapishane yıllarından itibaren daha çok iç dünyasına yönelerek bazı değişmelere
uğramıştır.
Devrinde
büyük gürültüler koparmasına rağmen Nâzım Hikmet’in şiiri, Türkiye’de eser
verdiği yıllarda çağdaşları ve genç nesiller üzerinde sanıldığı kadar etkili
olmamıştır. Başka bir deyişle bu tarz şiir, Ercüment Behzat Lav, İlhami Bekir
Tez, Nail Vahdeti Çakırhan ve Hasan İzzettin Dinamo gibi ikinci plânda kalan
şairler tarafından devam ettirilmekle birlikte, söz gelişi Orhan Veli’nin şiiri
gibi döneminde yaygın bir etkiye sahip olan bir şiir hareketi veya modası hâline
gelememiştir. Bu şiir, daha çok dile getirdiği fikirlerle bazı hikâye ve roman
yazarlarını etkilemiş ve onlara bir yol açmış görünmektedir.
|