Türkiye sınırları içinde bulunan kültürel mirasın korunması
eylemlerinin tarihini Osmanlı İmparatorluğu zamanına kadar götürmek mümkündür.
19. yüzyılın ikinci yarısında, başta yeni yeni yayımlanmaya başlayan
gazetelerde, özellikle de Ceride-i Havadis'te çıkan yazılar, Anadolu'da çeşitli
nedenlerle kazı ve araştırmaya başlayan grupların artması, bunun sonucu çeşitli
eserlerin yurt dışına götürülmesi, Osmanlı yöneticilerinin arkeoloji konusuna
ilgisini uyandırmıştır. Osmanlı Devleti’nde korumayla ilgili ilk yasal
düzenlemenin gerekçelerini anlatan somut bir bilgi ya da belgeye henüz ulaşılmış
değildir. Ancak, Ali Paşanın sadrazamlığı sırasında, Maarif Nezaretine
gönderilen 30 Ocak 1869 tarihli bir buyrultuda, bir nizamnamenin hazırlanmakta
olduğu söylenmektedir. İlk yasal düzenlemeye temel oluşturan bu buyrultunun
başlangıcında : "...Avrupa Müzeleri buradan götürülen nadide eserlerle süslüyken
memleketimizde bir müzenin kurulmamış olması doğru değildir....âsâr-ı atika
çıkaranlara çift olan antikaların bir adedini bize bırakmaları koşuluyla kazı
izni verildiyse de buna uymadıkları görülmüştür...bundan böyle yurt dışına eski
eser çıkartılamayacaktır. Eski paralar bu kaidenin dışındadır..." denmektedir.
Buyrultuda, ayrıca, Devlet adına "antika" ihracı yapılabileceği, ancak bunun
kapsamında sadece eski paraların yer aldığı, genel bir "müzehane" kurulacağı,
tüm arkeolojik kazıların ruhsat alındıktan sonra yapılabileceği ve tüm bu
hususların, Şûra-i Devlet, Nafıa Dairesi tarafından hazırlanacak bir yasal
düzenleme konusu olacağı yer almaktadır. Buyrultu gereğince hazırlanan ve
İmparatorluğun doğrudan eski eserle ilgili ilk düzenlemesi olan Âsâr-ı Atika
Nizamnamesi 13 Kasım 1869 tarihinde çıkarılmıştır. Nizamname, tarihî önemi olan
"antika"ların İstanbul'daki bir müzeye konmasını ve araştırmalar için yeni
kurallar oluşturulması gerektiğini kayıt altına almıştır. Nizamname ayrıca
Osmanlı topraklarında eski eser aramak isteyenlerin Maarif Nezaretinden izin
alması koşulunu getirmiş, eski eserlerin yurt dışına çıkartılamayacağını, ancak,
yurt içinde satılabileceğini belirtmiştir. 7 Şubat 1875 tarihinde Meclis-i
Maarif-i Kebir tarafından Padişaha sunulan bir belgede ise, kazıların ve
kazılardan çıkartılan eserlerin kamu yararına olduğu, bu çok değerli şeylerden
halkın mahrum bırakılmaması gerektiği, bu nedenlerle yabancılara kazı izni
verilmesinin doğru olacağı yer almaktadır. Ancak Meclis, bu izni alan
yabancıların mevcut nizamnameye uygun davranmadığını vurgulamakta ve yeni bir
nizamname yapılması önerilmektedir. İkinci Nizamname hemen tümüyle arkeolojik
kazılar ve definecilikle ilgilidir. Yeni kurallara göre, eski eser ya da define
kazısı için doğrudan Maarif Nezaretine başvurulacaktır; yasal ruhsat ve arazi
sahibinin izni olmadan kazı yapılamaz; ruhsata uyulup uyulmadığı, İstanbul’da
Zaptiye Nezareti, illerde ise yerel yönetim tarafından izlenecek ve
denetlenecektir. Kazıdan çıkan eserler devlet ve kazı yapan arasında
paylaştırılacaktır. Eski eser dışalımı serbesttir ve gümrük bağışıklığı vardır;
buna karşın dışarıya çıkarılacak olan eserlerin müze tarafından istenmemesi ve
Maarif Nezaretinden izin alınması gerekmektedir. Her iki nizamnamede de,
taşınmazların (özellikle arkeolojik alanlarda bulunanların) tahrip edilmemeleri
gerektiği belirtilmişse de, yabancı kazı kurullarının buna uymadıkları
anlaşılmaktadır. 1875 yılında hazırlanan bir genelgede kazı yapanların izlenmesi
amacıyla Valiliklerin ve Mutassarıfların, kazıların izin süreleri içinde
yapılması ve buluntulardan müzenin payının verilip verilmediğinin kontrol
edilmesi istenmiştir. Genelgede, bu koşullara uymayanlar hakkında yürürlükte
olan Âsâr-ı Atika Nizamnamesi hükümlerine göre ne işlem yapıldığı da
sorulmaktadır. Bu durum, denetimin arttırıldığını ve değerlerin Osmanlı
topraklarında sergilenmesi yönünde bir tavır sergilendiğini göstermektedir. 19.
yüzyılda Avrupa'da arkeoloji ve sanat tarihi biliminin gelişmesi sonucu bu
açıdan oldukça zengin olan Osmanlı toprakları yabancı ekiplerin ilgi odağı
olmuştur. Fransızların Mısır'da yürüttükleri ve Osmanlı topraklarındaki ilk
sistemli ve kapsamlı arkeolojik kazı ve araştırma olarak nitelenebilecek
çalışmaların ardından, Mezopotamya'da, Koyuncuk ve Khorsabad'da (Paul-Emile
Botta, 1840), Nimrud'da (Henry Layard, 1840), Tello'da (Ernest de Sarsec, 1877),
Niffer'de (John P. Peters, 1888), Bismaya'da (E. J. Banks, 1904), Babil'de
(Robert Koldewey, 1887) kazı ve araştırma çalışmaları sürdürülmüştür. Yüzyılın
başlarında Suriye, Lübnan ve Filistin'de de kazıların başladığı görülmektedir.
Macalister, 1899'da Tell-Cezir ve Tell-Mütesellim'de; Frederic Bliss, 1894'de
Kudüs'te; E. Sellin, 1901'de Tell-Tanek'de; O. Puchstein, 1900'de Baalbek'de
kazı yapmışlardır. Anadolu'daki ilk çalışmalar Troia (Frank Calvert, 1854) ve
Bergama'da (Carl Humann, 1877) başlamıştır. Daha sonra, Lehmann-Haupt,
Toprakkale'de (1898); Salomon Reinach, Myrina'da (1881); Fr. H. Bacon ve J. T.
Clark, Assos'da (1881); Carl Humann, Zincirli'de (1888); T. Wiegand, Priene
(1895) ve Milet'te (1896); Baron Diest, Nyssa'da (1909); P. Gaudin,
Aphrodisias'da (1904); T. Wood, Efes'te (1866); Carl Humann, Magnesia'da (1892);
ve S. Reinach, Kyme'de (1881) kazı yapmıştır.
|