Sanayi-i Nefise ve Heykel Eğitiminin Başlatılması

SANAYİ-İ NEFİSE VE HEYKEL EĞİTİMİNİN BAŞLATILMASI

Batı sanatı, Antikiteden Rönesansa, oradan da 19. yüzyıla ulaşan bir gelişim çizgisinde ilerleyip bu anlamda köklü bir gelenek oluşturma yoluna giderken, tüm bu gelişmelerin oldukça uzağındaki Osmanlı Türk toplumunun -18. yüzyılda bir Aydınlanma dönemi yaşayarak modernizm projesinin esasını oluşturmuş bulunan Batı karşısında geri kalmaması söz konusu bile olamazdı. Ne var ki, Batı dünyasındaki pek çok gelişmeden habersiz olan Osmanlı toplumu, Batı karşısında geri kalmışlığının nedenlerini ancak 19. yüzyıla gelindiğinde daha yeni yeni sorgulamaya başlar. Böylece, 19. yüzyılda Osmanlı toplumunda tüm bu sorgulamaların da altını önemle çizdiği gibi, güçlenen Batının karşısında durabilmenin ancak Batının “fikri ve teknolojik donanımlarına sahip olabilmekle” mümkün olabileceği düşüncesinden hareketle, yaygın deyimiyle “Batılılaşma” adı da verilen bir yenileşme hareketi söz konusu olur ve 1839’da Tanzimat’ın ilânı ile bu kapı resmen açılır. 

3. Selim, 2. Mahmut’tan itibaren başlayan bu yenileşme ya da başka bir ifadeyle batılılaşma hareketi öncelikli önemi nedeniyle askeri alanda yoğunlaşır. Bu harekete bağlı olarak Mühendis Hane-i Berri Humayun, Mühendis Hane-i Bahri Humayunun (Kara, Deniz, Harp Okulu) programına tıpkı Batıda olduğu gibi perspektifli resim, haritacılık ve geometri dersleri konulur. Batılı anlayışa dönük ilk ressamlarımız da bu kaynaktan yetişirler. Dolayısıyla tüm bu gelişmelerden de anlaşılacağı gibi, aslında amacı ressam yetiştirmek olmamakla birlikte harp okulları bu dönemde daha sonra varlık kazanacak olan Türk resim sanatının öncülerinin yetişmesi açısından oldukça önemli bir zemin hazırlar. Oysa resimde olduğu gibi heykel ya da heykel yapımına kapı aralayacak herhangi bir girişim 2 Mart 1883’te Sanayi-i Nefise Mektebinin kurulup eğitime başlamasına kadar söz konusu olamaz.

Diğer yandan her ne kadar Osmanlı toplumu özellikle din adına başta heykel olmak üzere batılı anlamda sanata karşı olumsuz bir tutum sergilese de, Osmanlı padişahlarından Fatih’in, 3. Selim’in, 2. Mahmut’un, Abdülaziz’in Batı sanat ve kültürüne ilgi duydukları bilinmektedir. Fatih, İtalyan ressam Gentille Bellini’ye portresini, heykeltıraş Bartelemeo Bellano’ya da kabartma madalyalarını yaptırmış, 2. Mahmut, devlet dairelerine Batılı bir tarzda yapılmış resmini astırmış, Abdülaziz ise, C. Füller’e at üzerinde bronz heykelini ve mermer yontu büstünü yaptırmıştır.

Ancak, bütün bu yenilikçi girişimler cahil ve mutaassıp olan büyük çoğunluk tarafından her zaman tepkiyle karşılanmış, tıpkı 16. yüzyılda “Maktul” ya da “makbul” lakabıyla anılan İbrahim Paşanın Macaristan seferi sonunda beğenip Sultanahmet’teki sarayının bahçesine koydurttuğu figürlü heykellerin kaldırtılması, 2.Mahmut’un devlet dairelerine resmini astırmasına karşı oluşan tepkiler, Sadrazam İbrahim Sarım Paşanın Rüştiyeye (ortaokul) daha önce konulan resim derslerini kaldırması, Abdülaziz’in yaptırdığı atlı heykelinin Batıdaki çağdaşları gibi büyük meydanlara konulacak biçimde değil de saray içine konulacak büyüklükte yapılarak saray dışına çıkartılamaması gibi örneklerde de görüldüğü üzere her türlü olumlu girişim toplum tarafından birtakım engelleyici olaylar ve reddedici bir tutumla bastırılmaya çalışılmıştır. 

Doğaldır ki, tüm bu olumsuzluklar nedeniyle ne bir geleneğe, ne de resimde olduğu gibi mühendishane ya da harp okullarının eğitimi sonucu oluşan bir hazırlık ve birikime sahip olmayan heykelin Osmanlı toplumunda eğitiminin başlatılabilmesi de kolay olmayacaktır. İşte bu olumsuz koşullara karşın Osmanlı’da heykel eğitiminin nasıl başlatılabildiğini Mustafa Cezar şöyle ifade etmektedir: 

“Mimarlık, resim ve heykel alanlarında eğitim veren Sanayi-i Nefise Mektebinin kuruluşu, usta çırak ilişkisi yerine, okuldan yetişen sanatçılara duyulan ihtiyaç sonucu gerçekleşmişti. Bu ihtiyacı 1880’li yıllardan çok önce sezen kimseler olmuştu. Mimarlık ve ona bağlı süsleme sanatlarında büyük başarılar göstermiş bir toplumun insanlarının yaşadığı çağa ayak uydurarak buna göre yeni yaratılara girmesi gerekirdi. Bu ise sanatçının yaşadığı çağın bilgileriyle donanarak yetişmesiyle mümkündü” (2000: 22). 

Osmanlı’nın Batılılaşma döneminde kültür ve sanat alanındaki hizmetleriyle dikkati çeken ve Cezar’ın da yukarıda belirttiği gibi “bu ihtiyacı 1880’li yıllardan çok önce sezen”lerden biri olan Osman Hamdi Bey, İstanbul Arkeoloji Müzesini kurduktan sonra Sanayi-i Nefise Mektebinin de kuruculuğunu üstlenmiş, böylece kurulan yeni okulla birlikte Osmanlı’da heykel eğitimine başlanmıştır. Ancak, her ne kadar heykel eğitimi için önemli bir adım atılmış olsa da, Batıdaki akademilerin kuruluşundan (1563) 200-250 yıl sonra kurulan Sanayi-i Nefise Mektebinin programında, kurucuların toplumun heykele karşı duyarlılığını dikkate almasından olsa gerek, Heykel Bölümü Oymacılık Bölümü adıyla eğitime başlamıştır. (Cezar 1986: 84)





 
Bu site Kültür ve Turizm Bakanlığı Bilgi Sistemleri Dairesi Başkanlığı tarafından hazırlanmıştır.
Bu sayfa 2054 kez gösterilmiştir.