Cumhuriyet Öncesi Türk Heykel Sanatı

CUMHURİYET ÖNCESİ TÜRK HEYKEL SANATI

Türk heykel sanatı için Batıda olduğu gibi, ne antikiteye varan bir geçmişten, ne de o noktadan günümüze ulaşan bir gelenekten söz edilemeyeceği açıktır. Zira, Uzakdoğu, Hint, Mezopotamya, Mısır, Antik Yunan ve Hristiyan Batı gibi dünyanın birçok eski uygarlığı incelendiğinde, görülmektedir ki, bu uygarlıklar heykel alanında zamanları aşıp günümüze ulaşan yapıtlar verdikleri, önemli ilerlemeler kaydederek gelenekler oluşturdukları halde, Türk toplumu -bugünkü Türk heykel sanatının çıkış noktasını oluşturacak anlayışta- heykelle ancak 19. yüzyılda tanışır. 

Türklerin tarihine bakıldığında, her ne kadar Türk heykel sanatı geleneğini oluşturabilecek yoğunlukta bir etkinlikten söz edilemese de, İ.S. 6-8. yüzyılda Orta Asya’da egemen olan Göktürklerin diktikleri Orhun Yazılı Anıtları, yine Göktürk ve Uygurlarda öldürülen düşmanı temsil eden ve mezar üzerine dikilen stilize edilmiş insan figürü veya başı biçiminde yapılmış mezar taşları (Balbal Taşı), koç biçiminde mezar taşları (Tarsus 1986: 81-82), Yunan ve Budist etkilenimli Uygur heykel ve kabartmaları (Okay 1991: 16), Selçuklularda mimari tezyinat içinde görülen stilize figürlü kabartmalar olmak üzere heykele yönelik bazı örneklere rastlanır. Ne var ki, daha önce de belirtildiği gibi, bu verilerin bir toplumun sanatını ve sanat geleneğini oluşturacak evreleri geçirdiği ya da daha sonra oluşacak bir Türk heykel sanatına temel olabileceği söylenemez. 

Türklerin heykelle bu kadar geç tanışması ve özellikle heykelin diğer sanatlara göre Türk toplumuna en son giren sanat dalı olması, birçok araştırmacının da üzerinde hemfikir olduğu gibi başlıca iki toplumsal nedene dayandırılabilir. Bunlardan birincisi, Anadolu’ya gelmeden önce Orta Asya’da egemen olan Türk devletlerinin göçebe yaşam tarzları, bir diğeri ise, Türklerin İslâmlaşıp Anadolu’da yerleşik düzene geçmeleriyle birlikte söz konusu olan İslâmiyet’in figürlü betimleme yasağıdır. 

Yerleşik yaşam tarzı ve bunun doğal sonucu olarak kurulan kentler, insanlığın deneyimlerinin, birikimlerinin, bilgisinin ve bütün etkinliklerinin mekânı olmuştur. İnsanlığın tüm ilerleme, buluş ve yaratılarına sağladığı birikimle, fikirsel ve teknolojik olanaklarla kaynaklık eden kentler, uygarlığın ve sanatın gelişiminde en büyük etkenlerden biri olarak son derece temel bir öneme sahiptir. Tüm sanatlar içerisinde özellikle heykel sanatının varolabilmesi ve varlığını sürdürebilmesi ise, ancak yerleşik bir yaşam tarzına bağlıdır. Zira, doğası gereği özellikle geleneksel anlamda heykel yerleşik düzenin gerek düşünsel, gerekse teknik olarak çok yönlü olanaklarını kullanmak durumunda olan, çoğunlukla da mimari ve kent yapısıyla birlikte varlık gösterebilen bir sanattır. 

Oysa bilinmektedir ki, İslâmlaşıp Anadolu’ya gelmeden önce Türklerin sahip olduğu göçer yaşam tarzı, yerleşik düzen kent sanatı da denilebilecek heykel sanatının varolup gelişebilmesi için gerekli ortamın yaratılmasından oldukça uzaktır. Ancak yine de bu dönemde, İ.S. 8. yüzyılda Uygur Türk devletinde Budist Türkler Budist inancı doğrultusunda anıtsal mimari ve tapınaklar oluşturmuşlar ve yerleşik düzen gereği kentsel yaşam içinde etkilenimli de olsa heykel alanında varlık göstermişlerdir. (Tansuğ 1986: 81) Kuşkusuz İslâmiyet’in kabulüyle birlikte devamlılığını yitiren bu oluşumda, her ne kadar Budizm’in heykelle barışıklığının etkileri varsa da, sözü edilen anıtsal mimari ve kentsel yaşam tarzının da bir o kadar etkisinin olduğu yadsınamaz.

Her dönemde insanın içgüdüsel olarak biçim yaratma, biçimde kendini ifade etme, yeni boyutlara ulaşma, sanatsal yaratma coşkusunu yaşama gereksinimi vardır. Büyük yaratıcı maceraların temelindeki motif de bu olsa gerektir. İşte bu gereksinim, yapılan kazılarda elde edilen bulgulardan da anlaşılacağı gibi, göçebe Türk toplumunda elde-cepte taşınır nitelikte, küçük boyutlu süs eşyaları ya da göçebe hayatın kullanım nesnelerindeki birtakım süslemeler (kemer tokaları, silah vb.) biçiminde ortaya çıkmıştır. Ne var ki, bunlar içinde figürlü betimlemeye rastlansa da, bu betimlemelerin derin düşünsel boyutlu, oylumsal eserler olmayıp daha çok stilize dekoratif bir niteliğe sahip oldukları görülmektedir. 

Dolayısıyla genel bir bakışın da göstereceği gibi, başlangıçta göçebe yaşam tarzı Türklerin heykel alanında varlık göstermelerinin önündeki en büyük engeli oluşturmuş ve böylece Anadolu’ya gelmeden önce büyük çoğunluğu Şamanlık dininde olan göçebe Türkler, bu dinin yapısı gereği aslında Mustafa Cezar’ın da ifade ettiği biçimiyle, “değil heykel, tapınak bile yapmadan İslâmlaşmışlardır.” (1986: 83) Türklerin İslâmlaşmaları ise, bu kez de onları İslâmiyet’in betimleme (tasvir) yasağıyla karşılaştırmış ve bu yeni dönemle birlikte her ne kadar yerleşik düzene geçilmiş, binalar, dini yapılar yapılmış olsa da, İslâmiyet’in, İslâmiyet öncesiputperestlik karşısında aldığı tavırdan kaynaklı olmak üzere yapılması ve bulundurulması günah sayılan perspektifli resim ve heykelin puta tapınma bağlamında yasaklanması nedeniyle Batılı anlamda figürlü betimlemelere bir türlü geçilememiştir.

Kuşkusuz, -gerek Anadolu Selçukluları, gerekse Osmanlı İmparatorluğu olmak üzere- tüm kurumlarında ve toplumsal yaşamında İslâmî yasaların egemen olduğu, İslâmî dünya görüşünün yüzyıllar boyu kırılmadan ve herhangi bir değişime uğramadan süregeldiği bir toplumda, böylesi bir yasağın heykel sanatına karşı çok daha olumsuz bir tavrın gelişmesine neden olacağı açıktır. Zira, “yere gölgesi düşen resim” biçiminde algılanan heykelin üç boyutluluğundan kaynaklı olmak üzere puta benzetilmesi onun geleneklerle ve inançla çatışan bir sanat dalı olarak diğer betimlemeci sanatlara kıyasla daha fazla tepki almasını sağlamış ve bu nedenle de puta tapınma biçiminde heykel bulundurulmasına yönelik yasağın zamanla heykele yönelik bütüncül bir yasaklamaya dönüşmesi kaçınılmaz olmuştur. 

Figürlü betimlemeye bu denli karşı olan İslâm Türk toplumunda, mimarî ve süsleme sanatında bir gelenek ve özgünlüğe ulaşılmasına rağmen figürlü tasvirin gelişememesinin nedenine dair, S. Eyüboğlu ve M. Ş. İpşiroğlu’nun doğu resim sanatını incelerken yapmış oldukları saptamalar, aynı zamanda heykel sanatının İslâm dini karşısındaki durumunu belirtmek açısından da anlamlı olacaktır: 

“İslâm dininin yüksek mefhumlarını her zaman gerçekötesine, zaman ve mekân şartları dışına aşırmasına yormak daha doğru olur. İslâm dininde ibadet hiçbir suretin aracılığına baş vurmamış, yani dünya gerçeğini dini manalarla yükseltmeye lüzum görmemiştir. Camiye suretin girmemiş olması, kudretini mücerretliğinden alan Tanrının suretle bağdaşamamasından ileri geliyor. Böylece dinin sanatkardan istediği, eserini, dünyayı hatırlatan, taklit eden her şeyden yıkamaktı. Bu ise mimari, musiki, yazı ve hendesi nakışla mümkündü. Suret ressamlığı mabette, yerini bulamayınca, ortadan kalkmıyordu. Fakat dünya görüşünü ve düzenini dinin tayin ettiği bir devirde, din dışı kalmak, suretçi ressamı asıl gerçek üzerinde durmaktan, yani devrinin en ciddi konusunu işlemekten alıkoyuyor ve onu hoş vakit geçirtmek, veya faydalı dünya bilgileri vermekten başka gayeleri olmayan kitapların içinde bırakıyordu. Böyle olunca sanatta suret, düşünceyi işe karıştırmayan, bu yüzden de içten içe gelişmeyerek el ustalığında kalan bir renk ve çizgi oyunu olmaktan öteye geçemiyordu. Şarkta sanatın geleneklere her yerden daha fazla bağlı kaldığı, sanatkarın kolay kolay normlar dışına çıkmadığı bir gerçektir.

Yazıda, musikide, minyatürde, halıda, mimaride yüzyıllarca tekrarlanmış, bir sadakatle çoğaltılmış şekiller, renkler ve makamlar hemen göze çarpar, sanatkarlar da kendiliklerinden esere ferdi bir damga vurmaktan kaçınmışlardır. Rönesanstan sonra gittikçe artan ve asıl sanat değerini sanatkar şahsiyetinde bulan tekçi Garp bakışıyla, Şark sanatındaki farklılaşmalar büsbütün silinir. Farklılaşma, geleneklere aykırılık, kendine mahsus bir yol arama, hiçbir zaman Şarkın değer ölçüleri arasında yer bulamamıştır” (S. Eyüboğlu ve M. Sipsiroğlu’ndan aktaran Berk 1973: 14). 

Buradan hareketle denilebilir ki, heykel sanatı ancak dinin heykeli bir etkinlik aracı olarak gördüğü ya da dinsel inançların onu yadsımadığı toplumlarda gelişebilmiştir. Yerleşik yaşam tarzının etkisinin yanı sıra heykel sanatının batı dünyasında gelişmesinin ve bu alanda köklü bir geleneğin oluşturulmasının temel nedenlerinden biri de budur. Zira, putperestlik sonrası İslâm toplumu heykeli yasaklarken özellikle Hristiyanlık, figüratif betimlemeciliğe, diğer dinlere göre daha hoşgörülü yaklaşmış ve yapılan dini betimlemelerin (İsa, Meryem heykellerinin), insanların dine ve tanrıya yakınlaşmasının bir aracı durumuna getirilmesi sonucu Hristiyan mabetleri, mezarları Batı heykel sanatının oluşum ve gelişimine kaynaklık eden önemli örneklerle zenginleşmiştir. 

 Heykelde sanatçıların din dışı konulara yönelmeleri ise, Orta Çağın dogmatizminin ve dinsel zihniyetinin kırılmasıyla, insanı ve doğayı aklın ve bilimin ışığında sorgulayan Rönesansla birlikte başlamış, böylece hümanist bir fikir ve sanat hareketi olan Rönesans, her alanda (teknoloji, bilim, sanayileşme, sosyal devrimler) olduğu gibi sanatta da yeni açılımların başlangıcını oluşturmuştur. Böylece yeni bir dünya görüşünü olduğu kadar, yeni bir sanat anlayışını da beraberinde getiren Rönesansla birlikte önceleri dinsel bir yönelimle, usta-çırak yöntemiyle yetişen heykel sanatçıları Rönesansın bu yeni aydınlanmasına koşut oluşturulan sanat akademilerinden yetişmeye başlamış ve tüm bu gelişmeler sanatın her dalında olduğu gibi heykel sanatının da Batı dünyasında gelişip yaygınlaşmasına olanak tanımıştır.





 
Bu site Kültür ve Turizm Bakanlığı Bilgi Sistemleri Dairesi Başkanlığı tarafından hazırlanmıştır.
Bu sayfa 10993 kez gösterilmiştir.